Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2022 Cuma

RUSYA SEMPATİSİ ve UKRAYNA SAVAŞI,Abdullah TOPAÇ/Konya

 RUSYA SEMPATİSİ ve UKRAYNA SAVAŞI

Abdullah TOPAÇ/Konya

Rusya'nın 24 Şubat 2021günü başlattığı Ukrayna saldırıları bütün vahşetiyle devam ediyor. Ukrayna'da insanlık utancı ve insanlık suçları ile dolu bir savaş sürdürülmektedir.

Savaşın Tahlili ve Satranç Oyunu:

Bu savaşın sebep-sonuç ve taktiklerini dünya strateji uzmanları inceleyip kamuoyunu bilgilendirmektir. Gizli ve açık tahliller her yönüyle çok çok yapılmaktadır.

Ukrayna'da, Ukraynalıların savaşının dışında, Rusya ile NATO ve onu temsilen ABD Avrupa Birliği arasında müthiş bir satranç oynanmaktadır. Bu oyun zihinlere ayrıca not edilmelidir...

Bu Yazının Amacı: Savaşı anlatmak değildir! Bahsedildiği gibi onu uzmanları incelemekte ve anlatmaktadır. Bu yazının amacı, ülkemizde oluşturulmaya çalışılan, Rusya Sempatisine, Tarihin Perspektifinden ışık tutmaktır.

NATO'nun, ABD'nin ve Avrupa Birliği Ülkeleri'nin, ülkemize ve milletimize yaptığı kaksızlıklar da malzeme olarak kullanılarak, ülkemizde bir Rusya Sempatisi oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ben bir tarih öğretmeniyim. Tarih öğretmeni olarak halkımıza Rus Mayasını tanıtmak istiyorum. Şu anda, Ruslarla ya da kimseyle düşman değiliz düşman olmak da istemiyoruz; ama dostluklarına da hiç güvenmiyoruz. Devletimiz'in savaş karşısında belli tutumu, taktiği, hedefi, stratejisi olabilir, mutlaka da vardır!  Bunlara saygı duyarız; ama bunlar dahi tarihteki olmuş olayları, gelecekteki olabilecek olayları düşünmeye, değerlendirmeye engel değil; yok saymaya, görmezden gelmeye de kâfi sebep değildir. Şu anki savaş coğrafyasının geçmişini ve Tarihi incelemeden; Türkiye-Rusya-Ukrayna Dostluğu, menfaati, tehdit ve tehlikleri hakkında konuşmak çok eksik, yanlış ve cahilce olur… O Halde Buyurun Savaş Coğrafyasında Tarıhî Bir Gezinti Yapalım:

Görünürde savaşan taraflar Ukrayna ve Rusya.

Savaşın daraltılmış alanı ise Karadeniz'in kuzeyinde bulunan, İDİL (Volga) Irmağı ile Dinyester Nehri arasında kalan coğrafyadır.

 Türk Milleti, Tarih Bilimi ve Karadeniz'in Kuzeyindeki Topraklar, Stepler...

1-Bu topraklar; Dünyada Batılıların,Turkıa  adını   ilk  kullandıkları  bir  alandır.

2- Bu topraklar; Türk Devletlerinin ve Türk Topluluklarının aralıksız bin dört yüz yıl (1400) yaşadığı, hakim olduğu bir kısmının da her şeye rağmen hâlâ yaşamakta olduğu bir arzdır. Bunları bilmeden ne savaşı ne Rusya’yı ne Tarihi ne de istikbali anlatamayız. 

Savaş Bölgesinin En Eski Ahalisi Türklerdir…

Karadeniz’in Kuzeyinde MS.375 yıllarına kadar Germen Asıllı Got Kavimleri  yaşamaktaydı. Ki ev (Kıyı Ev) ile onun kuzeyinde de Vikingler yaşıyorlardı…

Karadeniz'in kuzeyinde, Hazar Denizinden Doğu Avrupa'ya kadar olan bölgelerde Tarih boyunca kesinlikle Rus ya da Slâv kavimleri bulunmamıştır, yaşamamıştır.

 Dünyada Bir Küçük Kıyamet, Kavimler Göçü:

Kavimler göçü, bu günkü Avrupa'nın milletler coğrafyasının oluşmasının sebebidir. Asya'dan Doğu Avrupa ile Balkanlara 800 yıl durmadan devam eden Türk Yürüyüşünün tarihteki adıdır Kavimler Göçü.

İlk gelen grup, (Atillâ ile meşhurluğu bilinen) Avrupa Hunları’dır.

Avrupa diğer adıyla Batı Hunları 375 yıllarında Dinyeper Nehrinden Tuna'ya doğru akmaya başladılar. Bu bölgedeki Got Kavimleri   yerlerini bırakarak bugünkü Almanya ile İspanya arasına serpildiler. Bu olaya tarihte: “Büyük Kavimler   Göçü” diyoruz.

Bu tarihten itibaren, boşaltılmış bir arazi olan, Karadeniz kuzeyindeki stepler ile bugünkü Ukrayna topraklarına Avrupa Hunları yerleşmiştir.

 Türk Göçleri 800 Yıl Sürdü: Bu bölgeye Avrupa Hunları’ndan sonra Avar Türkleri, Hazar Türkleri, Peçenek Türkleri, Oğuz Türkleri, Kuman Türkleri, Bulgar Türkleri Boy Boy Ulus Ulus gelmiş ve yerleşmişlerdir.

Hatta bugünkü Ukrayna'nın başkenti olan KİEVİ, Kuman Turkleri'nin kurduğu ve bu şehrin ilk adının “Kenardaki Ev, Kıyı Ev" anlamında KIYI EV olarak isimlendirildiği belirtilir.

375 ve 1200 yılları   arasında Hazar Denizi ile Tuna Irmağı arası kesintisiz, tek parça bir Türk Yurdudur…

Slavlar ve Ruslar Nerede?

Slavlar ve Ruslar günümüzden 300 yıl önceki bir tarihe kadar Karadeniz'i uzaktan dahi görmemişlerdir… Onlar Baltık Denizi kıyılarında Moskova ve kuzeyindeki steplerde kabileler halinde yaşayan dağınık unsurlardı.

Cengiz Han ve Kuzey Karadeniz Stepleri

Kavimler göçünden sonra Karadeniz'in kuzeyi Cengizhan tarafından istila edilmiştir. Cengiz'in ölümünden sonra büyük oğlu Cuci'nin kurduğu Altın Orda Devleti'nin (1223) hakimiyetinde kalmıştır. Moskova ötesindeki Rus Beylikleri yani Knezlikler varlıklarını Altın Orda Devleti'ne vergi vererek devam ettiren küçük küçük siyasî oluşumlardır.

 Rusya, Timur sayesinde önce devlet, sonra İmparatorluk, sonra da Türk Dünyasının başına belâ oldular!..

Timur'un baskıları ve düzenlediği seferler sebebiyle Altın Orda Devleti 1502 yılında parçalanıyor. Ruslar bu parçalanmaya birlikte ayaklanmaya, ayağa kalkmaya başlamışlardır. Altın Orda'nın Parçalanmasından, Kırım, Kazan ve Astarhan, Volga Devletleri ortaya çıkmıştır. Burada konuyu bir miktar beklemeye alıp, başka bir başlığa geçiyorum...

 Rusya'nın Kuruluşu, Devlet Kronolojisi ve Türk Tarihi ile Kesişme Noktaları

İnceleyelim, bakalım, Ruslar’a güvenelim mi sempati duyalım mı?  Yoksa Orhun Anıtlarındaki Bilge Kağan'ın öğütlerini bir daha okuyup düşünelim mi?

Ruslar kendi kuruluşlarını 882 yılında Ukrayna'nın başkenti Kıyı Ev (Kiev)’deki Rurik Hanedanının kurduğu Kiev Prensliği ile başlatırlar.

Oysa bütün tarihçilerin müttefik olduğu bir husus; Rurik Hanedanlığı Slav ve Rus değildir. Türkler’e akraba olan Fin- Ogur kavimlerinden ya da Vikink'lerden olduğu üzerinde durulur.

1283 yılında Moskova knezliği ortaya çıkar. Moskova knezliği Altın Orda Devleti'ne bağlı olarak, vergi vererek varlığını sürdürmektedir.

 Rusyanın 3. Roma İddiası

1472 yılında yani İstanbul'un fethinden 19 yıl sonra Moskova Knezi 3. Vasil Son Bizans imparatorunun yeğeni Sofia ile evlenir. Bu tarihten itibaren Rus Knezleri (Beyleri) Roma Hükümdar unvanı olan Sezar  kelimesinin Rusça  telaffuzu  olan  Çar (Çezar) Lâkabını kullanırlar. Rusya'yı da Roma İmparatorluğunun varisi ve 3.Roma olarak kabul ederler. Bugün de hâlâ böyle düşünürler.

Romanın Son Başkenti (Konstantiniye) İstanbul'dur.

"Yazıyı okuyanlara; Ruslardaki İstanbul Sevdasının sebeplerinden birisini bilmeleri için arz ederim. Rusya'nın çift başlı kartalı neden sembol seçtiğini bilmelerini de isterim."

Ruslar’ın 500 Yıl Süren Türk Kıyımı Başlıyor.

Ruslar 1552 Yılında (yıkılmış)Altın Orda Devleti'nin varisi olan Kazan Hanlığını feth ve işgal ederler. Burası  Bu Günkü  Tataristan Cumhuriyetidir ve hâlâ yok yıkılmamış hâlâ yüksek bir medeniyettir. Rusya Devleti bu tarihten itibaren Türklerin başına bela olmaya başlar...

Kazan'ın Fethi Rusya için o kadar önemlidir ki kutlama unsuru olarak Moskova Meydanı’na  Aziz Vasil Katedralini yaptırırlar. Katedrali yaptıran kişi Çar IV. İvan'dır. Bu adam oğlunu bile döverek öldüren zalim bir adamdır.  Katedral, bugün bile Moskova'daki en güzel yapıttır.

IV. İvan, daha güzel bir eser yapamasın diye katedrali yapan Mimar ın gözlerini bile kör ettirir. Bu da Rusların kendi menfaatleri için başka insanlara bakışının genlerinde olan tipik bir örneğidir. Kazan Devleti düşünce, Kafkasya'da Rusya Osmanlı Devleti ile sınırdaş oluyor. 1917 Yılına kadar Kafkasya'da ve Doğu Anadolu'da aralıksız büyük savaşlar yaşanacaktır…

Avrupa Yakasında Türk - Rus Münasebetleri Soykırım Ölçüsünde  Göçler....

Yıl 1683. Osmanlı orduları Viyana'da bozguna uğramıştır. Rusya 3 yıl sonra Mukaddes İttifaka katılır ve bunun hediyesi olarak 1700 yılında (yani Karlofça Antlaşması'dan 1 yıl sonra) yapılan ek anlaşma ile, Azak Kalesi Rusya'ya verilir.

Ruslar Karadenız'i İlk Defa Ogün Görürler.

Bölgede Türk hakimiyetinin de sonu hissedilmeye başlar.

Ruslarla 217 Yıl Aralıksız Savaş Sürmüştür. Daha Doğrusu Ruslar’ın Türk Vatanlarını işgalleri ve sürgünler iki yüz on yedi (217) yıl sürmüştür. Bolşevik Mücadelesi  sebebiyle 03  Mart  1917 Yılında  yapılan,  Brest Litovsk  Anlaşması’yla,  "Askerî Savaşlarımız" sona  ermiştir.

Tarih Sırasıyla Büyük Rus Kıyım, Yıkım ve Zulümlerini Hatırlayalım:

1783 yılında Kırım Rusya'nın eline geçer; büyük Tatar Göçü başlar. 21 Mayıs 1864 günü Rusya, Büyük Kafkas ve Çerkez Sürgünü ile soykırımını gerçekleştirmiştir. Yüzbinlerce insan, bindirildikleri kırık dökük teknelerle Karadeniz'den Türkiye doğru akmaya başlarlar. Karadeniz'de o kadar çok tekne batar, insan ölür ki; köpek balıkları İnsan etini doyar ve bugün Çerkezler hala balık eti yemezler.  93 Harbi veya Moskof Harbi dediğimiz 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı'nda; Doğu Anadolu, Trabzon, Bayburt, Ardahan, Kars, Van, Muş’a kadar olan vilayetlerimiz Ruslar tarafından işgal edilmiştir.

 Aynı Savaşta Balkanlarda ise, Tuna Havzalarını, bugünkü Romanya, Bulgaristan topraklarını (Türkiye'nin  üçte  biri büyüklüğünde bir  alanı) işgâl  ederek, İstanbul  Yeşilköy (Ayestefonos) Hava  Alanı’nın  olduğu yere kadar gelmişlerdir. Bu savaşta binlerce Türk daha evlerinde hiçbir şeyden habersiz olarak öldürülmüş, vatanlarından sürgün edilmişlerdir. Anadolu  

yüz yıllarca sürgünler ve öksüzler yurdu olmuştur.

 İkinci Dünya Savaşında, Türkiye savaşa katılmadı.

Katılmadığı, taraf olmadığı halde; savaştan galip çıkan tarafta bulunan Rusya, Türkiye'den Boğazların Hakimiyeti ile Kars ve Ardahan Şehirlerimizi istemiştir.

Türkiye'nin NATO'ya girmesinin temel sebeplerinden birisi de Rusya'nın o dönemki baskısıdır.

 İmparatorluk kuran Milletler hep bedel ödemişlerdir.

Rusya ve Çin hariç…

Rusya Bir Yılan Gibi Her Defasında Gömlek Değiştirmiştir.

Dağılmakta olan Çarlık Rusyası gömleğini çıkararak 1922 yılında Sovyetler Birliği adıyla Emperyalizmine Devam etmiştir.

Sovyetler Birliği adıyla ömrünü 70 yıl sürdürebilen Rusya, 1989-1991 yılları arasında "taşıyamadığı bağajlarını" mecburen atmıştır.

Doğu Avrupa Ülkeleri, Baltık Ülkeleri, bir kısım Kafkas Ülkeleri ve Orta Asya Ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır.

Rusya ise, Rusya Federasyonu adı altında gömleğini bir defa daha yenilenmiştir.

Bugün karşımızdaki Rusya; varlığını yenileyen, yeniden güçlenen; kayıplarını toplamaya çalışan ve de  yeniden “ İmparatorluk” olmak  isteyen  Rusya'dır..

 Osetya, Karabağ, Kırım, Kazakistan Rusya'nın İmparatorluk programları sebebiyle karıştı. Ukrayna bunun için yıkılıyor…

Rusya'yı sevelim mi sevmeyelim mi?

 Milletlerde bir Millet Hafızası vardır, bir de Devlet Aklı vardır. Devlet Aklı, taktik, süreli, değişken davranışlar gösterebilir; ama daima, daima değişmeyen millet hafızası ile yönünü yörüngesini tespit eder!.. Bu Hafıza Belleği Türk Milletinde çok yüce ve çok derindir.

Rusya Sempatisini de gayet güzel ölçer...

Bizim Rusları sevmek sevmemek ile ilgili bir tercihimiz yok!..

 Bu Sempati (Bilerek ta veya bilmeyerek): Rusya Yıkılırsa - Dağılırsa…diye düşlenen ifadelerle başlatılıyor..

- NATO' da çok kışkırttı!..

- Rusyanın damarına çok basıldı.

- Ukrayna olmazsa Rusya dağılır.

- Putin'e tuzak kuruldu. gibi ifadelerle  devam  ettirilmek  isteniliyor.

 Rusyanın Yıkılması ve Dağılması Ne Getirir Ne Götürür?

1990 - 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılması Türkiye ve Türklük alemi için Cenabı Allah'ın bir lütfu olmuştur. Bu dağılma sayesinde hiç beklenmedik bir zamanda Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Azerbaycan (Rusya'nın hâlâ manevî baskısı olmalarına rağmen) bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Rusya bugün 85 federal bölge ve 14 Cumhuriyet ile varlığını sürdürmektedir. On dört Cumhuriyetin hemen hemen hepsi de Turanî Toplulukların Cumhuriyetleridir. Hatta bunlardan Tataristan gibi kuruluşu Rusya'dan daha eski medeniyeti Rusya'dan daha yüksek olan Cumhuriyetler vardır. Bu günkü Rusya Federasyonu'nun inkırazı  ve  dağılması halinde dünyadaki Türk Devletlerinin sayısı 25'in üzerine çıkacaktır. Bu konu çok ayrı bir değerlendirme gerektirdiği için çok genel geçiyorum.

 Sonucu Şu Şekilde Bağlıyorum: 

Rusya Türk Milletine bir imparatorluk borçludur; çünkü Osmanlı İmparatorluğunu dağıtmıştır!..

Rusya tarih boyunca, Türk topraklarını işgal etmiş, Türk Topluluklarını sürmüş, vurmuş, ezmiş, öldürmüştür.

Rusya'nın Millî hedefleri, hâlâ Türk Hakimiyetindeki alanlar üzerindedir. Devletler de ağaçlar gibidir. Ulu ağaç gölgesinde bitki göğertmez. Büyük devletler de çevresini daima rahatsız eder!..                                                     

O halde Türk çocuğu: Bilge Kağan'ın Orhun kitabelerindeki vasiyetini bir daha okumalıdır…

Bizim, kimsenin tatlı diline yumuşak ipeğine kanacak vaktimiz yoktur! Halimiz kalmamıştır… Rusya’nın işgal ettiği bütün ülkelere, kendisine sempati duyan az bir grup vasıtasıyla girdiğini hiç akıldan çıkarmamak gerekmektedir. Tarih böyle söylüyor.

Tarih, milletlerin hafızasıdır.

Tarihini bilmeyen, tarihini unutan milletler, alzaymır olmuş insanlar gibidir.

İsteyen Rusya’yı sevebilir; ama milletimizin geleceğıni düşünmek daha önemlidir. Allah Ukrayna'ya güç ve kuvvet versin!

 

19 Nisan 2017 Çarşamba

MEHMET ÂKİF’İN ÖNDERLİĞİ 12 Mart ..., Abdullah Çağrı ELGÜN

MEHMET ÂKİF’İN ÖNDERLİĞİ
12 Mart ..., Abdullah Çağrı ELGÜN

27 Aralık büyük şairimiz fikir adamımız Mehmet Âkif’in ölüm yıl dönümüdür. O en büyük aşkla sevdiği, ermek için, vuslat için, tutuştuğu Rab’bi, Âkif’e dünyada en sevdiği varlıkların, vatanının ve milletinin, felaketten felakete sürüklenişini göstermiş, İslâm anlayışına göre onu böyle  denemiştir. Çöküşten önceki iç ve dış buhranları, felâketleri birer birer yaşarken, Âkif gibi, o kara günleri,adeta bir seyir defteri tutarcasına yazan, başka bir şairimiz yoktur.
O’nun yaşadığı günler, her Türk için tekrar tekrar okunması, anlaşılması, hatırlanması gereken bir ibret levhası, onun o günlerdeki fikirleri, bugün yolumuzu ve geleceğimizi aydınlatan bir ışık bir güneştir. 
Âkif’in derdi büyüktür; çünkü Âkif milliyetçidir. Vatanperverdir. Her milliyetçi gibi tehlikeleri önceden görmüş, teşhisi en erkenden koymuş; fakat bu sebeple yalnız kalmıştır.
“Ey millet cehline kurban gidiyorsun!.” derken bu mısraı herkesten önce değil de felâketler tepemize indiği zamanlar, herkesle birlikte söylese idi yanlılıktan, aşırılıktan kurtulur, rahat ederdi. Âkif susup oturmak bir yana tutmuş kafasındakini gönlündekini söylemekle kalmamış, tehlikeyi görmeyenleri tehlike ve hassasiyetlere kendi hassasiyetlerini göstermeyenleri, yakasından tutup sarsarak uyandırmak için büyük çaba harcamıştır.
“Duygusuz kalmak kadar dünyada, lâkin dert yok!
Öyle salgınmış ki mel’un, kurtulan bir fert yok!
Kendi sağlam, hissi ölmüş, ruhu sönmüş milletin,
İşte en korkuncu hüsranın, helâkın, heybetin…”
Nihayet, beklerken felaketler, birbiri ardından ve birbirinden  büyük olarak gelir. Vatan parçaları bir bir elden çıkarken Âkif yine:
“İlâhî son masumun bu topraklardı son yurdu” seslenişiyle haykırırken, bugün: “Son bağımsız Türk devleti!” diyenlere, bazı ağızların yönettiği karalamalara o günden hazırdı…
Nihayet Birinci Cihan Harbi kopar kopmaz Türk yine Türklüğünü ispatlar…
“Asım’ın n eşli diyordun ya nesilmiş gerçek.
İşte, çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek!..” Ogünlerde binlerce binlerce, on binler, yüzbinlerce şehitlere rağmen, ufuk yine karanlık, istikbal yine felâketlerle dolu görünmektedir; ama MehemetÂkif’in ne gönlü ne aklı ne mantığı bunca şehide sahip, bunca bağrı harap olmuş, yangınlarla  dağlanmış bir davanın yerde kalacağını kabul etmemektedir.
“Hiç bunca şehidin gövdesi yatarken yerde,
Derya gibi kan, sine-i hilkatte titrer de,
Yakmaz mı bu tufan, bu duman, git gide arşı?
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet, buna karşı?..”
Âkif artık düşüncelerinde de, hislerinde de tecrübelidir ve tahminlerini bu tecrübe üzerine kurmaktadır. Bu başından geçen ilk felâket değildir. O artık felâketlerin zulmetin sonunda mutlaka aydınlığa çıkılacağından emindir. Olmasaydı,daha önce yaptığı gibi, şimdi de yarı isyan yarı gözyaşı içerisinde bu mısraları söyleyebilir miydi?
“Yarab, bu ne hüsran, İlâhî bu ne zillet?
Mazlumu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
Zalimleri adlin hani, öldürmedi hâlâ?
Cani geziyor dipdiri, can vermede masum!
Suç başkasınındır da niçin, başkası mahkûm?..”
Dizeleri hüsranda zillet de çok sönmemiş, millet ordusuyla eliyle, mütareke denilen  o“kara leke”yi söküp atmış ve Âkif övünerek, güvenerek büyük bir azim ve kararlılıkla şu şiiri haykırmıştır:
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!”
Mütareke ve manda fikrine şiddetle karşı çıkıyordu...Türkler’in yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları, müsbet bir hakikattir. “Türkler istiklâlsiz yaşayamaz.”Evet, söz Mehmet Âkif’indir!O, Türk varlığını Türkoloji ilminin ortaya koyduğu şekilde, İslâm öncesini de içine alan yedi bin yıllık geçmişi ile kabul edebiliyordu.
Anadolu’da Yunan işgali ve ilk direnişler başlar başlamaz, arkadaşı Eşref Edib’e:“ Haydi hazırlan! Gidiyoruz.!” Demişti Eşref Edib: “Nereye?” sorunca: “Top ve tüfeğin patladığı yere…Artık burada duramıyorum”. Cevabını veriyordu.  Ertesi gün Balıkesir’e giderek Zağanos Paşa Cami kürsüsünde, içeriyi dışarıyı dolduran kalabalığa, Millî Mücadele istikametinde vaaz etmişti. Ali ÇETİNKAYA’nin Ayvalık’ta düşmana ilk direnişi organize etmesi ve halkın galeyan halindeki millî duyguları Âkif’i mest etmiş, ümidini artırmıştı. Bu ilk gidişten sonra, tekrar İstanbul’a döndü. İstanbul’da DarülHikmeBaşkatibi idi. Azlettiler. Herkesin bin bir tereddüt içinde bulunduğu bir mühitte o çoktan kararını vermiş, yerini seçmişti.
İstanbul’un Anadolu ile alâkası kesilince, Anadolu’dan gelen mektubu yerine ulaştırma görevi Akif’indi…Türkler’i yok etmek için başlayan hareketler aleyhinde yazılmış eserleri ve yazıları bastırma ve dağıtma işi, bir din ve vatan borcu idi. İşaret alır almaz da Ankara’nın yolunu tutmuştu. Şubat 1920’de, yani Ankara’da henüz ordu kurulmamışken, Kuvâ-yı Milliye devrinde o Ankara’da idi. İlk Büyük Millet Meclisi’ne Burdur Millet Vekili olarak girdi. Sözleri, şiiri, yazıları dalga dalga vatanın her bucağında; asker, sivil bütün Türkler’in dilinde kulağında idi.
Ya ölmek ya istiklâl sahibi olarak yaşamak hususundaki karar ve kanaati kesindi. Zaferden asla şüpheye düşmedi.
“Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl!” diye haykırdı. Milleti:“Bu hürriyet bu hak bizden bu gün âheng i sây ister.”Diyerek, hürriyet ve istiklâlin bedelini ödemeye çağırdı. O bedel: kan, göz yaşı, alınteri, bilgi ve aşk olarak ödendi. Irkımız ve bayrağımız
izmihlâlden kurtuldu. Şimdi rahatlıkla söylenebilir ki Mehmet Âkif, esas itibariyle fikir ve siyaset olarak, hareket adamıdır. His ve fiilen milliyetçidir. Türk milliyetrçiliği onda, halka doğru İslâmlaşmak, Türkçenin edebiyat dili olarak güzelleşmesi, aktif ahlâk, bünye ile barışık olarak asrileşmek, Monarşiye kaçmayan disiplinli bir hürriyetçilik, olarak beslendi ve takviye güç kazandı.
Bugün onun eseri Safahat, Türk edebiyatının köşe taşlarından biri ve en çok okunan kitabıdır. Bu kitap Türk varlık ve istiklâlinin, muhafazası ve müdafası için, Türk milletinin Müslüman seciyesi için, Türk dilinin yaşaması için en müstahkem, en yakılmaz bir manevî seddidir. Bu sebeple de Türk milliyet ve tefekkürünün ana kitaplarından biridir. Safahat ve İstiklâl Marşı ile donatılmış bir millet, öğretmeni olarak yaşayan Mehmet Âkif, Türk milletinin millî kuvvetine dair, her an seferber ve hazır bir kuvvettir.
Bir millet de ancak öyle kuvvetleri ve manevî siperleri ve sedleri ile ayakta durabilir.

Şiir olarak şaheser, ezelden beri hür yaşamış, ebede kadar da hür yaşama hakkına en lâyık gördüğüm asil milletimin, duygu, düşünce ve temellerini en iyi dile getiren,İstiklâl Marşımızın kabul yıl dönümünü kutluyorum. 27 Aralık 1936’da vefat eden büyük şairimiz ve fikir adamımız Mehmet ÂkifERSOY’u ölüm yıl dönümünde, bir defa daha rahmet ve minnetle anıyor, Allah bize böyle kara günleri bir daha tekrar göstermesin diyorum.