TARİHİN IŞIĞINDA CEMAATLER
TARİKATLAR ve SORUNLAR
TARİKATLAR ve SORUNLAR
Nuri GÜRGÜR
(Türk Ocakları Eski Genel
Başkanı)
Adnan Oktar, otuz yıldan fazladır bilinen, konuşulan, tartışılan
bir isimdir. 1986’da bazı gazetelerde, özellikle varlıklı ailelerin çocuklarını
çevresinde topladığına, onlara modern yöntemlerle İslâm’ı anlatıp kendisine
bağlı bir grup oluşturduğuna dair haberler çıkıyordu. Bir konuşmasında “Türk
milleti yoktur, İslâm ümmeti vardır” dediği için DGM’de hakkında
soruşturma başlatıldı, gözaltına alındı. Aklî melekelerinin tespiti için
gönderildiği hastanede “mistik hezeyanlı paranoya” teşhisi
konuldu. Bir süre sonra serbest bırakıldı.
Bu tarz gözaltılar ve dava açılmaması
O’na moral verdi. 90’lardan itibaren faaliyetlerini yoğunlaştırdı.
Taraftarlarının sayısı arttı. Harun Yahya adıyla evrimle ilgili Amerikan
kaynaklarından aktarmalar yapıp, lüks baskılı kitaplar çıkarıp, Meclis
kütüphanesi dahil çok sayıda kuruma, milletvekili ve bakanlara dağıttı. Müritlerine
vakıf ve şirketler kurdurup ekonomik gücünü büyüttü.
1999’da bugünküne benzeyen suçlamalarla
DGM’de yeni bir soruşturma başlatılıp tutuklandı; ancak bir yandan davaya hangi
mahkemenin bakacağına karar verilememesi, diğer yandan avukatlarının davayı
uzatmak için ne mümkünse yapmaları sonucu karar aşamasına gelinemedi. Nihayet
2005’de davaya bakan mahkeme zaman aşımı gerekçesiyle davanın düştüğüne karar
verdi. Yargıtay TCK 313’den açılan davada zaman aşımı süresinin on yıl
olduğu gerekçesiyle kararı bozdu. 2013’de Oktar’a üç yıl ceza verilse de
yattığı süre dikkate alınarak tutuklanmadı. Çalışmalarını hızlandırarak
sürdürürken, ilişkilerini İsrail üzerinden yoğunlaştırmaya, garip
fetvalar vererek kafaları karıştırmaya, müridi kızlara dekolte, mayolu giysiler
giydirip çevresinde toplayarak görüntülerini yayınlamaya başladı.
NUR BABA’DAN ADNAN OKTAR’A:
Değerli romancımız Yakup Kadri’nin
1917’de yayınlanan “Nur Baba” romanında anlatılan
dergâh ortamı, orada yaşanan ilişkilerin tarzı, Nur Baba profili Adnan
Oktar’ınkine çok benzer. Romanın kadın kahramanı Nigar, evli-barklı,
çoluk çocuk sahibi, varlıklı, şahsiyetli ve güzel bir genç hanımdır. İlk
başlarda bir akrabası vasıtasıyla tanıştırıldığı Nur Baba’dan hazzetmez,
uzak durmaya çalışır; ama Nur Baba onu bırakmaz. Bir süre sonra nasıl
olduğunun farkına bile varmadan cazibesine kapılır, iradesi silinir; her
şeyiyle Şeyhinin esareti altına girer. Çocuklarını, kocasını terk eder.
Servetini şeyhine adayarak, mülkiyeti kendisinin olan ve artık Dergâh
binası olarak kullanılan köşkte, Nur Baba’nın cazibesiyle sarhoş ve
perişan halde hayatını tüketmeye koyulur.
Adnan Oktar, Müritleri hususunda çok seçicidir; bunların
çoğu varlıklı, itibarlı ailelerden gelen, fiziken gösterişli, eğitim seviyeleri
yüksek, rahatça sosyal ilişkiler kurabilen genç yaşta insanlardır. Kadın oranı
yarıdan fazladır. Çoğu İslâm’ı Adnan Oktar üzerinden tanımışlardır. Dinî
bilgileri zayıf, manevî tatmin ihtiyacı duyan, bazılarının ailevî sorunları da
bulunan bu gençlerin, Adnan Oktar’ın anlatımlarının, modern görünümünün
etkisinde kalmaları, halkasına katılmaları zor olmamıştır.
Tıpkı Nur Baba’da olduğu gibi, bu
halkanın dışındaki insanların, fazla önemsemediği, değer vermediği Adnan
Oktar, onların nazarında karizmatik, yüce bir şahsiyettir. Söylediklerinde,
yaptıklarında ilahî bir hikmetin olduğunu vehmederler. Nigar hanım gibi
onlar da ailelerini, varsa çocuklarını Şeyhleri uğruna kolayca terk
ederler. Adnan Oktar’ın çevresinde, mekânlarında modern görünümlü “Efendi-Köle”
ilişkisiyle yaşamaya başlarlar. Böylece hayatlarını, kişiliklerini
mahvettiklerinin farkında bile olmazlar.
Cemaat ve Tarikat olarak adlandırılan dini grupların çoğunun Sûfi
içerikli geleneksel Tasavvufi oluşumlarla isim ve şekilden başka ciddi
bir bağlantıları kalmamıştır.
Bu yapılardaki dejenerasyon, yozlaşma
17.yüzyıldan sonra ortaya çıkmaya başladı. Padişah 3.Selim bunun önüne
geçmek için çok çalıştı. 1793’de tekkelerin kötü niyetli kişilerin eline
geçmemesi için bazı düzenlemeler yaptı. 1812’de yayımladığı fermanla Tekke Vakıflarını
Evkaf-ı Hümayun Nezareti’ne bağladı. Mesibatı (Şeyhi) boşalan bir Tekkeye
Şeyh tayininde tercihin Şeyhülislamlığa arz edilmesi, taşradaki tekke ve
dergâhlarda ise merkez Tekkenin yani asitanenin görüşünün alınması usulü
getirildi. Bu fermanla Tekke ve Zaviyeler idari yönden Şeyhülislamlığın,
mali yönden Evkaf-Hümayun Nezareti’nin denetimine girmiş oldu. Daha
sonra 1864’de Meclis’i Meşâyih ihdas edilerek tarikatların takibi bir
sisteme bağlanmaya çalışıldı; ancak bütün bu girişimlere rağmen maksat hasıl
olmadı, yozlaşma önlenemedi.
03 Mart 1925’te radikal bir kararla Tekke
ve Zaviyelerin kapatılması, Tarikatların yasaklanması üzerine, görüşü
sorulan büyük âlim ve Mutasavvıf Seyyid Abdülhakim Arsavi şöyle
der: “Onlar zaten çoktandır kendilerini kapatmışlardı; fazla bir şey
değişmedi.” Bu ifade olanı çok net ve veciz bir tarzda
özetlemektedir…
HORASAN ERENLERİ – KOLONİZATÖR DERVİŞLER:
Kökeni Hoca Ahmet Yesevi’ye
uzanan tarikatların ve onlara ait Tekke, Zaviye ve Dergâhların
yozlaşmanın yaşanmadığı dönemlerde, sadece dinî hayatımızda değil, sosyal,
kültürel ve ekonomik-ticari alanlarda da çok yararlı hizmetleri olmuştur.
İslâmiyet’in Türkistan ve Horasan bölgelerinde hızla yayılıp benimsenmesinde, Türklerin
töre ve geleneğiyle uyumlu bir “Kuzey Tasavvuf Kuşağı” oluşmasında,
Sufi Tarikatların ve Hoca Ahmet Yesevi’nin büyük payı vardır.
Bu yapılan hizmetler sadece o bölgelerle
sınırlı kalmadı. Mensupları 11.yüzyıldan itibaren dalga dalga batıya yönelen Oğuz-Türkmen
aşiretlerinin içerisinde yer alarak Anadolu ve Rumeli’ye geldiler.
Özellikle uç bölgelerde, şehirlerin dışında Tekkeler, Zaviyeler açtılar.
Derin bir misyon bilinciyle Anadolu’nun, Rumeli’nin Türkleşmesine, İslâmlaşmasına,
coğrafyanın vatan haline getirilmesine hizmet ettiler.
Prof. Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemlerinde son
derece aktif olan mutasavvıfları “Kolonizatör Dervişler” diye
tanımlar. Îlâ-yı Kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek ve daha ötelere
taşımak) bilinciyle çalışan bu Horasan Erlerinin, Derviş-Gazilerin hizmetlerini
tarihi belgelere, vakfiyelere dayanarak anlatır.
Onlar çoğu defa, düzenli ordulardan
evvel gelip toprağa yerleşmeye başlarlar. Buraları çevreye örnek olacak tarzda bakıp imar ederler, ekip biçerler.
Kurdukları Tekke ve Zaviyeler, ayrım yapmadan hizmet veren, yedirip
doyuran, gerektiğinde tedavi eden, konukların ağırlandığı birer insanî hizmet
ocağı işlevi yaparlar. Tasavvufun güzel ahlâk, dürüstlük, nefsin ıslahı,
kötü alışkanlıklardan kurtulmak gibi esaslarını yaşamak suretiyle örnek
olurlar. Sefere çıkan orduya katılarak askere moral verirler. Gazanın manevî
iklimini temsil edip yaşatırlar.
Yahya Kemal asırlarca en önemli kültür ve medeniyet
merkezlerimizden biri olan Üsküp’ü şöyle anlatır: “Üsküp bir
evliya şehri idi. Halkı rivayet eder ki, ya Bağdat’ta bir Evliya fazla imiş;
yahut Üsküp’te. Ulema henüz bunu halledememiş. Lakin Üsküp’ün Evliyası hep
cengaverdir. Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır ve
büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururlar.”
GÖNÜL SULTANLARINDAN
MERDİVEN ALTI DİNÎ
OLUŞUMLARA:
Hoca Ahmet Yesevi’den emaneti alıp, Anadolu’ya, Rumeli’ye, Deşt-i
Kıpçak’a, Kafkasya’ya taşıyıp getiren, buralarda gönülleri aydınlatan,
kalpleri birleştiren, Dergâhlarını birer ilim ve irfan ocağı kılan gönül
sultanları silsilesinin arkası bir dönemden sonra kesilmeye başladı. Sarı
Saltuk’tan Hacı Bektaş-i Veli’ye, İlyas Baba’dan Geyikli Baba’ya, Hacı Bayram-ı
Veli’den Ak Şemsettin’e Ahi Evran’a uzanan manevi hizmet zincirinin kopmaya
başlamasıyla birlikte Osmanlının zeval dönemine geçildi. Tekke ve Zaviyeler,
Dergâhlar şeklen vardı; ama çoğunun kandili artık yanmıyordu. Seyyid
Abdülhakim Arvasi’nin veciz ifadesiyle kendilerini manevî anlamda
kapatmışlardı. Aynı ruh ve gönül dünyasının temsilcileri, Hak dostları elbette
gene vardılar; ama çevrelerine ışık saçan ocaklar yok denecek kadar
azalmışlardı. Birkaç asırdır yaşanmakta olan bu sorun, büyüyerek günümüze kadar
geldi.
Bugün çok sayıda dini referanslı
merdiven altı Cemaat ve Tarikat mevcut. Her birinin başındaki Hocanın
yahut Şeyhlik izafe edilen kişinin yorumuna göre bir din algısı
yapılıyor. İnsanların en etkili motivasyon, adanmışlık aracı olan dini
duygularını kullanarak güç devşiriyorlar, taraftar topluyorlar. Müritlerinin
nazarında kendilerini “kült” haline getiriyorlar.
Günümüzde sadece Türkiye’nin değil İslâm âleminin en büyük sorunu “cehalet ve
taassup”tur. Dini bilgileri yetersiz olan, araştırma, sorgulama, kıyaslama gibi
bir çabası bulunmayan çevrelerindeki Cemaati, söylediklerinin
doğruluğuna inandırmaları zor olmuyor. Kendilerini mehdi, kurtarıcı hatta
mahşer gününün şefaatçisi olarak kabul ettirebiliyorlar.
15 Temmuz’daki menfur darbe girişimi,
yürütülen soruşturma ve kovuşturmalar, biat ve adanmışlık duygularının ne kadar
tehlikeli olduğunu, insanların iradelerini bir kişiye teslim edip
robotlaşmalarının nelere yol açabileceğini gösterdi. Adnan Oktar olayı
ise sadece din anlayışının boşluklarından yararlanarak manevi duyguların
sömürülmesi, insanların şahsiyetlerinin eritilmesi meselesi değil, yapılan
açıklamalara göre bir çeteleşme, mafyalaşma olayıdır, yani “kriminal bir
vaka”dır.
ALTI İBADET, ORTASI TİCARET,
YUKARISI
İHANET!..
Günümüzdeki yozlaşmış, köklerinden
geleneklerinden kopmuş olan cemaat ve tarikatların başındaki şeyhler yahut
önderler, İslâm’ın Kur’an ve hadislerde belirtilen temel esaslarına, ahlâkî
ilkelerine ve kurallarına, tasavvufi hayat tarzına uymayan bir yol izliyorlar;
nefsani ve dünyevi olmayı sorun saymıyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
ifadesiyle: “Altı ibadet, ortası ticaret, yukarısı ihanet!..” olan
yapılar oluşturuyorlar.
Alttakilerin yukarıda neler olduğunu,
bağlandıkları kişinin asıl amacının ne olduğunu öğrenmesi mümkün değil. Alttaki
gruptakiler, hayır hasenat yaparak, ibadetlerini eksiksiz yerine getirerek,
aynı yere bağlı “Şakird” yahut “İhvanlarla” sohbet
maksadıyla bir araya gelerek, yukarıdakinin istediklerini tartışmadan yerine
getirip sevap kazandığına inanarak huzur bulurlar, mutlu olurlar. Bunların
hepsi küçük yahut orta halli esnaf, sıradan bürokrat, işçidir. Kendileri adına,
daha iyi düşündüğüne, yanlış yapmadığına inandıkları birinin karar vermesini
doğal karşılarlar; denilene uyarlar.
Yukarıdakinin nazarında bunlar
kullanışlı birer malzemedir. Bazen huzura, ziyaretine gelmelerine,
bağlılıklarını arz etmelerine, duasını almalarına fırsat vererek, onları
ödüllendirmiş olur. Kontrolündeki malzemeyi nerede ve nasıl kullanacağını
sadece kendisi ve çekirdek ekibindekiler bilirler.
Tarikat ve Cemaat diye anılan dini yapılar büyüyüp güçlendikçe dünyevi
karakterleri daha belirgin hale geliyor. Siyasetçisiyle, iktidarla karşılıklı
çıkara dayalı ilişkileri yoğunlaşıyor. Holding haline geliyorlar. Fabrikaları,
ticari ve sınai işletmeleri, hastaneleri, medyaları, üniversiteleri oluyor.
Temsil ettikleri geleneksel Sufî ve Tasavvufi yapıların ahlâkî, manevî
yapılarıyla bağdaşmayan, para ve imkân tutkunu tüccarlar haline geliyorlar…
ZAMANE ŞEYHLERİ – CEMAAT LİDERLERİ:
İznini alarak ziyaretine gelen Padişah
Orhan Gazi’nin ikamet ettiği İnegöl’ü bütün çevresiyle beraber
ısrarla kendisine verme isteğini kesinlikle kabul etmeyen Geyikli Baba, Aşıkpaşazâde’nin
anlatımıyla cevaben: “Aytulu; Hak Taâlâ dünya mallarını sizin gibi
hanlara ısmarladı, kulları birbiriyle mesâlihin görsün diye” diyor; Padişahın
kalbi kırılmasın mülahazasıyla, mütevazı bir tekke yapılacak kadar alanı
almakla yetinen Geyikli Baba ve Horasan erenlerinin hizmet şuurundan,
samimiyetinden, ruh asaletinden, tevazuundan, göz tokluğundan nasibi olmayan
“zamane şeyhleri, cemaat liderleri” o gönül sultanlarının taklidi
bile olamıyorlar.
Prof. Zeki Veli Togan, kuruluş döneminin efsanevi Hak dostlarından, Rumeli’nin
manevî fatihi Sarı Saltuk için şöyle diyor: “Sarı Saltuk,
diğer Türk şeyhleri ve Yesevi şeyhleri gibi İslamiyeti adeta bir Türk dinine
dönüştürdüler.”
Şimdikilerse masiva için çalışıyorlar;
kamu kaynaklarından yararlanmak maksadıyla siyasetçinin karşısında el pençe
divan duruyorlar. Gazetelere tam sayfa ilanlar vererek desteklediklerini
açıklıyor, göze girmeye uğraşıyorlar. Din kisvesi altında doymak bilmeyen
para-göz birer tüccar gibi davranıyorlar. İktidarın imkânlarından daha fazla
koparıp almak için birbirleriyle amansızca rekabet ediyorlar. Cumhurbaşkanının
ifadesiyle yapının “ortasındaki ticaret” zihniyetli gruptakiler,
yukarısının siyasi güce teslimiyetini, kendilerinin de işlerinde ve
ticaretlerinde yararlanacaklarını düşündüklerinden destekliyorlar.
Sonuçta: Misyonu insanları nefis terbiyesine,
iyi ahlâka, tevazu ve hayırseverliğe, inançlarını yaşamaya davet olan,
mensuplarına bunları öğretmesi, eğitmesi gereken günümüzdeki dini yapıların
çoğu dünyevileşiyorlar.
Yaptıklarının dine hizmet adına olduğu
iddiasıyla meşruiyet kazandıklarını sanıyorlar. Oysa her şey alenen cereyan
ediyor; herkes kimlerin neler yaptığını görebiliyor; hükmünü söylenenlere değil
yapılanlara bakarak veriyor. İslâmiyet’in üç temel esasından biri olan ahlâkın,
mevcut tabloda kenara itilmiş olması en fazla İslâm’a zarar veriyor. Sergilenen
kötü örnekler, özellikle gençler arasında inanç zafiyetine yol açıyor. Eğitim
sisteminin bozukluğunun, doğru bir kültür politikasının olmayışının da
etkisiyle, bazılarının sandığı gibi “dindar nesiller” değil, tam tersine
kimseye güvenmeyen, herkesten kuşkulanan, sadece kendisi için yaşamaya yönelen,
tepkici, nihilist bir nesil geliyor.
İSLÂM DEĞİL;AMA MÜSLÜMANLAR YENİLENMELİ
Sorun sadece kriminal görünümü öne çıkan
birkaç cemaat ve dini gruptan ibaret değil. Geçenlerde Prof. Orhan Arslan
gönderdiği mesajda, iki değerli şahsiyetin söylediklerini aktarıyor. Bunlardan
birinde Yusuf İslâm şöyle diyor:
“Ben Kur’an’ı okudum, Müslüman oldum.
İlk önce Müslümanları tanısaydım asla Müslüman olmazdım…” Diğerinde Muhammed İkbal:
“Din ne onun ne bunun ne de şunun
dediğidir. Kur’an’dan konuştuğun kadar doğrusun. Kur’an’a uyduğun kadar
Müslümansın!..” diyor.
İslâm’ın değil; ama Müslümanların, dini yapıların ve
grupların, din eğitimi ve öğretiminin köklü bir düzenlemeye, günün şartlarına,
ihtiyaçlarına göre yenilenip organize edilmeye ihtiyacı var. İnanan insanlar,
dini bilgileri öğrenme ihtiyaçlarını doğru yerlerden, doğru kaynaklardan temin
edemedikleri zaman, birtakım aracıların ortaya çıkması, sorunlar doğması
kaçınılmaz hale geliyor. Bunların verileceği sağlıklı mekânların öncelikle
camiler olması gerekir. İmam sadece vakit namazlarını kıldırarak bu misyonu
yerine getiremez. Konularına hâkim, donanımlı, kültürlü, belagat sahibi, nasıl
konuşulması gerektiğini bilen, siyasetçiye bağımlı olmayan, nitelikli,
kaliteli, cemaatle sadece caminin içerisinde değil, dışında da yakın ve sıcak
ilişki kurabilen din adamlarına büyük ihtiyacımız var. Bu nitelikteki hoca ve
imamların sayıları yetersiz kaldığı zaman vaaz ve hutbeler çoğu kere mecburen
dinlenir hale geliyor. İhtişamlı camiler inşa etmenin görüntüden başka bir
yararı olmuyor. Önemli olan İslâmiyet’in en önemli buluşma, öğrenme ve “Cemaatleşme” mekânı
olan Camilerimizi, Mescitlerimizi her haliyle bu işlevlerini yapacak hale
getirmektir; paralel yapılar oluşturulmasını engellemektir.
Eski Diyanet
İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez şöyle söylüyor: “Cemaatlerin
bir senedi olmalı. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, amacını, hangi yolu
kimlerle öğretmek istediğini, programını orada görebilmeliyiz. Aldığı bağışlar
izlenebilir ve şeffaf olmalı.” Ülkedeki bütün dernek ve vakıfları
inceden inceye denetleyip kontrol eden devletimiz, dinî grup ve Cemaatlerin
neler yaptığını öğrenme ihtiyacı duymazsa, denetim ve şeffaflaşma sağlanmazsa
mevcut sorunların daha da ağırlaşması kesinlikle önlenemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder