Hoca Ahmet YESEVÎ:
“İslâmiyet Tercihimiz;
Türklük Kaderimizdir.”
Ömer SAĞLAM
Sosyal medyada paylaşım rekorları kıran ve Pir-i Türkistan Hoca Ahmet
Yesevî’ye ait olduğu söylenen bir anekdot var. Anekdot şöyle:
Bir gün Pîr-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri’ne sormuşlar:
– “Müslüman mısın?”
– “Elhamdülillah Türk’üm, Müslüman’ım” demiş.
– “Neden Türklüğü katıyorsun, biz dinini soruyoruz” demişler.
– ”Din, seçim; Türklük, kaderdir!..” demiş.
Bu anekdot doğru mudur yoksa tıpkı Hz. Peygamber’e yalan hadis isnat
edildiği gibi Pîr-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’ye isnat edilmiş yalan bir
rivayet midir bilmiyoruz. Ahmet Yesevî üzerine incelemeleri de bulunan bir
araştırmacı dostuma internet vasıtasıyla sorduğumda kendisi, yukarıdaki anekdot
için direk “Uydurma bir söz! Maalesef İslam kozmolojisine de aykırı. Ruhların
yaratılışı daha kadimdir çünkü ve İslam ruh kimliğidir.” şeklinde bir izahatta
bulundu. Bu sözlerine kuvvet kazandırmak için de Yusuf Hemedani ve İmam Ebu
Hanife’ye atıfta bulunarak şunları söyledi:
“Yusuf Hemedani Hz., ruhların
yaratıldıktan sonra 5 millete taksim edildiğini alem-i ervahta aynı millete
mensup olana insanların halk aleminde karşılaştıklarında birbirine ünsiyet
duyduklarını yazmıştır. ‘İnsanlar at toplulukları gibidir … ‘ diye giden bir
hadisi şerh ederek… Ruhani mensubiyet esastır, Fıkh-ı Ekber’de de bu anlamda
bir izah yapar Ebu Hanife…”[1].
Gelin görün ki;
Hoca Ahmet Yesevî’ye ait olmasa bile böyle bir kabulün, kesinlikle
doğru, bilimsel ve İslami olduğuna ben de kaniim. Yani bana göre de din bir
tercih konusu, milliyet ise kader konusudur. Eğer İslam bir ruh kimliği olsaydı
ve ruhların yaratıldığı sırada topluca bütün ruhlara başlı başına bir program
şeklinde yüklenseydi, bugün dünyada yaşayan herkesin Müslüman olması gerekirdi.
Oysa bugün yeryüzünde bulunan yaklaşık 7 milyar insandan ancak 1.5 milyar
kadarı Müslüman’dır.
Öte yandan eğer İslâm’ı bir tercih konusundan çıkarıp, kader konusuna dahil
edersek, Kur’an’da geçen “Dinde zorlama yoktur…”(Bakara, 2/256) ve “Sizin
dininiz size, benim dinim banadır.”(Kâfirûn, 109/6) şeklinde geçen ayetlere de
aykırı hareket etmiş oluruz. Yine eğer genelde din, özelde ise İslam bir kader
konusu olup, yine ruhların topluca yaratıldığı sırada bütün ruhlara aynı anda
komutlansaydı, bütün insanlar dindar ve hatta Müslüman olarak doğar, yaşar ve
ölürlerdi. Bu sebeple de Allah peygamber ve kitap göndermeye ihtiyaç duymazdı.
Özetle; Allah, “Allah nezdinde hak din İslâm’dır…”(Âl-i İmrân-3/19) diyerek
kendi tercihini ortaya koymuş ve kendi tercihleri konusunda ise insanları özgür
bırakmıştır. Ayrıca eğer genelde din, özelde ise İslam bir kader konusu
olsaydı, cennet ve cehenneme ihtiyaç kalmaz, böylece Allah’ın sapıtmış
kullarını cezalandırma yetkisi de olmazdı. Aksi bir kabul ise radikal dinci
örgütlerin savunduğu ve sözüm ona uğrunda kanlı savaşlar verdikleri düşüncelere
ve radikal İslam yorumlarına yaklaşmak olur ki; böyle bir kabulden Müslümanları
ve İslam’ı Allah korusun…
Öte yandan dostumuzun Yusuf Hemedani’nin şerhini yaptığını söylediği ve
“İnsanlar at toplulukları gibidir…” şeklinde başlayan bir hadisi şerif var mı
şahsen bilmiyorum. Eğer varsa, herhalde uydurma bir hadis olmalıdır bu. Çünkü
insanların atlara benzetilmesi en başta “Biz insanı en güzel şekilde yarattık”
(Tîn-95/4) ayeti kerimesine aykırıdır! Gerçi atlar da güzel hayvanlardır ama
ben yine de Hz. Peygamber’in, insanları atlarla kıyasladığını düşünemiyorum.
İşte bütün bunları düşünerek yukarıda bulunan ve Hoca Ahmet Yesevî’ye ait
olduğu söylenen anekdotu ben de paylaştım facebook sayfamda ve paylaşırken de
altına şöyle bir açıklama ekledim:
Din tercihtir, milliyet ise kader. Bu sebeple tercihler değişebilir, kader
ise asla. Bunun içindir ki; dünyada dinsiz insan vardır ama milliyetsiz insan
hiç yoktur… Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir
erkekle bir dişiden yarattık; ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve
kabilelere ayırdık…” (Kur’an-ı Kerim, 49/13).
Bu ayet hükmüne göre; milliyeti inkâr
edenler küfre sapmış olurlar. Yani kâfir olurlar. Dinimize göre; onlara
kâfirlere uygulanan muameleyi uygulamak lazım gelir.
Doğrusu bu paylaşımım, hiç ummadığım şekilde bir ilgi gördü sosyal medyada
ve yüzlerce (zincirleme yoluyla belki de binlerce) kişi tarafından paylaşıldı.
Bu durumu kim nasıl yorumlar bilmiyorum ama ben bu durumu, bu ülkedeki Türklük
ve Milliyetçilik (buna ulusalcılık da dahildir) duygusunun hala dipdiri
yaşadığı şeklinde yorumluyorum. Birileri her ne kadar Hz. Peygamber’e ait olduğu
söylenen[2] ünlü “Vedâ Hutbesi”nden esinlenerek:
“Her türlü milliyetçilik ayaklarımızın altındadır” demek suretiyle, iteleyip
kakalasa da, örseleyip ufalamaya çalışsa da, Türk Milliyetçiliği bu ülkede hâlâ
dimdik ayaktadır. Yeri ve zamanı geldiğinde, tıpkı bir Zümrüd-ü Anka gibi
küllerinden tekrar doğacaktır! Daha doğrusu bütün canlılığı ile hayatta
olduğunu cümle aleme tekrar gösterecektir. Bu sebeple, hiç kimse Türk
Milliyetçiliği’ni, MHP’nin almış olduğu oy oranına veya milletvekili sayısına
göre değerlendirme yanlışına düşmemelidir…
Tekrar asıl konumuza dönerek tekrarlayacak olursak; bizce de din bir
tercih, milliyet ise kaderdir. Bu sebeple tercihler değişebilir, kader ve yazgı
ise asla değişmez. Buradaki milliyeti, “tabiyet” veya “vatandaşlık” olarak
algılamamak gerekir. Çünkü tabiyet, yani vatandaşlık da tıpkı din gibi sonradan
kazanılmış veya sonradan edinilmiş bir olgudur. Onun için de çeşitli sebeplerle
(mesela yanlı bir eğitimle) değişebilir/değiştirilebilir. Bunun en canlı
örneği, 70 yıl boyunca dinsizlik aşılayan ve dinsizlik dayatan bir eğitim
sisteminin etkisinde kalan Müslüman Türk yurtlarındaki insanların başına
gelenlerdir. Çünkü o ülkelerde, İslamiyet büyük ölçüde unutturulmuş olup,
1990’lardan itibaren yeni yeni canlanmaya başlamış bulunmaktadır. Bunu sadece
biz değil, o ülkelerden ülkemize gelen dostlarımız söylemektedir bize.
Böylece kan bağı, asabiyet veya soy bağı anlamındaki milliyet, asla değişmez
ve değiştirilemez. Çünkü bu anlamdaki milliyet, genetik bir olaydır ve Yüce
Yaratıcı tarafından kurgulanmış, programlanmış, formüle ve modifiye edilmiş bir
durumdur. Yüce Yaratıcı’nın formüle ettiği bir sistemi, yaratıkların değiştirmesi
ise asla mümkün değildir.
Adam Amerikan tabiyetindedir; ama aslen İtalyan’dır.
Adam Alman vatandaşıdır; ama aslen Türk’tür. Adam kanada vatandaşıdır; ama aslen
İngiliz’dir vs. Bir kişi kendi milliyetini unutmuş olsa bile, onun hangi
millete mensup olduğu genlerine bakılarak bugün rahatlıkla tespit
edilebilmektedir. DNA testi denilen tıbbi teknoloji, bunu kolaylıkla tespit
edebilmektedir günümüzde. Hatta bu teknoloji sayesinde sadece hayattakilerin
değil, binlerce yıl önce ölmüş olanların milliyetleri bile üç aşağı, beş yukarı
tespit edilebilmektedir. Hatta dikkatli bir göz, bir insanın hangi ırka mensup
olduğunu kolayca tespit edebilmektedir.
Peki din öyle mi? Kimin hangi dine
mensup olduğunu, ancak o kimsenin icra edeceği dini ritüellerden tespit edebilirsiniz.
Çünkü birincisi Allah’ın alameti, ikincisi ise insanların kendi tercihleriyle
edindikleri bir davranış kalıbıdır.
O sebeple, son dönemlerde asabiyet, soy veya etnik köken anlamındaki
milliyet duygusuna sık sık vurgu yapılarak “Türk kökenli Alman” veya “Kürt
kökenli Türk” denildiğine şahit olmaktayız. Bu tür bir söylem, kesinlikle
yanlış değildir ve üstelik Yüce Yaratıcı’nın koymuş olduğu ilahi yasalara da
fazla aykırı olmayan bir söylemdir(bk. Hucurât- 49/13). Yanlış anlaşılmasın;
“Türk kökenli Alman” veya “Kürt kökenli Türk” şeklindeki söylemlerin tamamıyla
ilahi yasalara uygun olduğunu söylemek istemiyoruz. Bu tür cümlelerin başında
geçen millet konusunda ilahi otoritenin koyduğu yasaya, sonunda geçen millet
konusunda ise devlet otoritesinin koyduğu yasaya vurgu yapıldığını söylemek
istiyoruz.
Din Değişebilir Milliyet İse Asla!
Din, hayatımızı etkileyen diğer birçok kültürel öğe gibi, tamamıyla bir
tercihtir ve tercihlerin zaman içinde değişmesi mümkündür. Bu cümleden
anlaşılması gereken ilk şey, dinin en başta kültürel bir öğe olduğudur. Tıpkı
giyim kuşam gibi. Tıpkı sosyal olaylar karşısında takınılan tutum ve
davranışlar gibi. Yani biz “Türk Milli Kültürü” deyince, bunun içine bir alt
başlık olarak din de girmektedir. Bu sebepledir ki; bir milleti millet yapan
öğeler sayılırken din birliğine vurgu yapan tanımlar da var olmakla birlikte;
bu tür tanımlar gerçeği tam olarak yansıtmazlar. Zira böyle bir millet
tanımında din unsuru, hele de belli bir din kullanılacak olursa, bazı din
mensuplarının veya dinsizlerin millet dairesinin dışında tutulması zorunlu olur
ki; bu da Millet ve Milliyet gerçeği ile taban tabana zıt bir tanım olur.
Mesela bugün için Türkler açısından “Millet” tanımının içine “İslamiyet”i
yerleştirdiğimizde, bunun tabi uzantısı olarak Şaman olan Türkleri, putperest
olan Türkleri, Budist olan Türkleri, Musevi olan Türkleri, Hıristiyan olan
Türkleri ve hatta dinsiz Türkleri, bu dairenin dışında tutmak gerekecektir!
Bilmeyenler için söyleyelim; günümüzde Orta Asya veya Asya’nın kuzey bölgelerinde
yaşayan Şaman ve hatta İslami açıdan putperest denilebilecek Türkler olabildiği
gibi, bu bölgelerde, özellikle Moğolistan ve Çin gibi ülkelere yakın yerlerde
oturan Türkler arasında herhalde az da olsa Budizm’e veya bu ülkelerdeki diğer
dini inançlara mensup olan Türkler de var olmalıdır. Bugün Azerbaycan’da bile
Musevilik dinine mensup olup, muhtemelen:
Hazar İmparatorluğu’nun kalıntıları
olan Karaim Türkleri yaşamaktadır. Moldova’daki Gagavuz (Gökoğuz) Türkleri ise
Hıristiyan’dır. Şu halde, din unsuru bir milleti millet yapan asli bir unsur
değil, olsa olsa tâli bir unsurdur.
Bunun en güzel örneği 1071 yılındaki Malazgirt savaşı sırasında yaşanmıştır
ve Balkanlardan Anadolu’ya gelen ve muhtemelen ağırlıklı olarak Hıristiyan olan
Uzlar ve Peçenekler, Hıristiyan Bizans Ordusu’ndan ayrılarak kendileriyle aynı
kültür dairesinde yer alan Müslüman Selçuklu Ordusu saflarına geçmiş ve
Bizanslılara karşı savaşmışlardır.[3] Bu olay da gösteriyor ki; dinin, bir
milleti millet yapan öğeler arasında sayılması, tamamıyla bir ideolojik
yaklaşımın ürünüdür ve bu türlü yaklaşımlar, millet ve milliyet kavramlarıyla
değil, olsa olsa Ümmet ve Ümmetçilik anlayışıyla açıklanabilir.
Bu türlü yaklaşımlar ne yazık ki; ülkemizde de vardır ve bu yaklaşımın
temsilcileri şu anda iktidarda bulunmaktadırlar. Mevcut iktidar mensuplarının
beslendikleri felsefi ve ideolojik fikirlerin öncülerinden olan Nurettin Topçu,
Türk Milleti’ni şöyle tanımlıyor: “Bizim milletimiz, Orta Asya’dan kaynayan
Türk ırkından çıkmış ve dokuz yüz yıl önce Anadolu’da kurulmuştur. İlmî adı
‘Anadolu Türkleri Tarihi’ olan bu millet, Türk ırkından ayrılan Oğuz boylarının
Müslüman olarak Anadolu’ya yerleşmeleri ile başlamış oldu…”.[4]
Necip Fazıl Kısakürek ise bu konuda sözlerini biraz daha müşahhaslaştırarak
şöyle diyor: “…Halbuki biz, Türk’ü Müslüman olduğu için sevecek ve Müslümanlığı
nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeydik ve bu
anlayışa ‘Anadoluculuk’ adını veriyorduk. Bir konferansımızda, 15 yıl sonra
söyleyeceğimiz gibi, ‘eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk
Müslüman olduktan sonra Türktür!’ tezini güdüyorduk…” .[5]
Yazar Lütfi Bergen devamla ve N.Fazıl’ın “Babıali” isimli eserinden
istifade ile şöyle diyor: “Necip Fazıl’a göre milliyetçilik, menba
istikametinde değil mansap istikametinde, yani kendisini tarih planında teşkil
eden ırk ve toprak şartlarını geride bırakmış, her türlü ırk ve toprak
yobazlığına düşman; belli başlı bir iman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs,
hayal, hatıra, meşrep, eda, ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve
şahsiyetli bir ruh necsinden ibarettir; mutlak ve müstakil bir vahit temsil
eden bu ruh necsinin zarfı da Anadolu’dur”.[6]
Din Kader Olsaydı!
Diğer bütün milletler de olduğu gibi, biz Türkler de, tarihimizde zaman
zaman geniş kitleler halinde din değiştirmişizdir. Mesela Göktürkler zamanında
Bilge Kağan, Şaman dinini terk edip Budizm’i devletin resmi dini olarak kabul
etmek istemiş, ancak Vezir Bilge Tonyukuk, Budizm’in yerleşik toplumlar için
uygun olduğunu, Türkler gibi hareketli toplumlara zarar vererek bu toplumların
bünyesini bozacağı gerekçesiyle buna karşı çıkmış ve Bilge Kağan’ı bu
düşüncesinden vazgeçirmiştir. Göktürklerden sonra aynı coğrafyada egemen olan
Uygurlar, Budizm’i ve Maniheizm’i kabul ettikleri için kısa sürede yok olup
gitmişler, daha doğrusu Çin Devleti’nin boyunduruğuna girerek Bilge Tonyukuk’u,
öngörüsünde haklı çıkarmışlardır. Bugün özellikle Doğu Türkistan Türkleri’nin
hâlâ Çin’in boyunduruğunda olmasının bir sebebi de herhalde Uygurların vaktiyle
yapmış oldukları bu yanlış din tercihleridir.
Bunlara ilave olarak Türklerin, M. 7. yüzyılın sonundan itibaren İslamiyet
ile tanıştığını ve 10 yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise geniş kitleler
halinde Müslüman olduklarını söylememiz icap etmektedir. Eğer din konusu kader
konusu olsaydı, herhalde bugün biz Türklerin, hâlâ Gök Tengri’ye inanıyor ve
Şaman kültürünü yaşatıyor olmamız, Arapların da silme Putperest ve Müşrik
olmaları gerekirdi diye düşünmek istiyorum.
Farsça’yı Bildiği Halde Hikmetlerini Türkçe Söylemiştir!
Kendisine “Müslüman mısın?” diye sorulan soruya “Elhamdülillah Türk’üm,
Müslüman’ım” şeklinde, “Biz Müslümanlığını sorduk, neden işin içine Türklüğü
karıştırıyorsun?” sorusuna ise “Din seçim, Türklük kaderdir” şeklinde cevap
verdi mi? Bu sözler gerçekten kendisine mi ait? Şahsen bilmiyorum. Bu sözlerin
ona ait olmadığını söyleyenler de var. Hoca Ahmet Yesevî’nin 1093-1166
yıllarında yaşadığını, “Divan-ı Hikmet” isimli kitabının ise ancak vefatından
250-300 sene sonra olmak üzere 15. asırda toplanan şiirlerinden oluştuğunu
düşünürsek, bu sözlerin de kendisine ait olabileceğini ve her nedense (belki de
dönemin İslam anlayışına ters geldiği için) “Divan-ı Hikmet” isimli eserinin
dışında bırakıldığı akla gelmektedir. Bu durumda, peşin peşin bu sözlerin Hoca
Ahmet Yesevi’ye ait olmadığını ve uydurma olduğunu söylemek, akılcı bir
davranış olmasa gerekir.
Dolayısıyla ben; sosyal medyada paylaşım rekorları kıran yukarıdaki
sözlerin, Hoca Ahmet Ahmet Yesevî’ye ait olmaması için hiç bir makul sebep
göremiyorum. Zira şu sözlerin sahibi olan Hoca Ahmet Yesevî’nin, yukarıdaki
anekdotta geçen sözleri de söylemiş olabileceğini düşünmemek için hiç bir sebep
yoktur ortada:
“Sevmiyorlar
bilginler, sizin Türkçe dilini,
Bilgelerden dinlesen, açar gönül ilini,
Ayet -hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar,
Anlamına erenler, başı eğip uyarlar,
Miskin zayıf Hoca Ahmet, yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi”.[7]
Milliyetimizi Hoca Ahmet Yesevî’ye Borçluyuz
Yazımızın burasında sözü konunun uzmanlarından birisi olduğu anlaşılan ve
aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı ve
Çankırı Eski milletvekili de olan hemşerim Prof. Dr. Hikmet Özdemir’e
bırakıyorum:
“Daha sağlığında, binlerce öğrenci, Ahmed Yesevî mektebinden aldıkları
inanç, bilgi ve bilinci Horasan’a, Deşti Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük
bölgelerine, Diyâr-ı Rûm (Roma Diyarı) diye adlandırılan Anadolu’ya ve Avrupa
Türklüğüne ulaştırmışlardır. Anadolu’da ve Rumeli’de Türk varlığının
kökleşmesinde en büyük hisselerden biri, Yesevî takipçilerinindir… Ahmed
Yesevî, binlerce yıllık Türk töresinin verdiği doğru ölçülerle de donanmış bir
kişi olarak; İslam’ı doğru anlamış ve dosdoğru anlatmıştır. Milliyetin temeli
‘dil’ ve ‘din’ ise, biz dilimizin edebî hayâtiyetini ve Müslümanlık
anlayışımızı, Ahmed Yesevî’ye de borçluyuz.
Ahmed Yesevî, Hanefî bir âlimdir. İslamiyet’i Türklere sevdirmek başlıca
gayesi olmuştur…
Eserlerini, anlaşılır olmak uğruna Türkçe yazdı. Onun amacı sadece, İslamı
okuma yazma dahibilmeyen geniş kitlelere ulaştırmaktı. İşte bu yüzden şiir
külliyatı olanDîvân-ı Hikmet, Fakirnâmeve en son Kazak araştırmacı Dr.
Muhammedrahim Carhammed Uli tarafından bizlere ulaşan Risâle isimli eserlerini
yerel dil olan Türkçeyle yazmıştır. Yesevî öğretisinin bu denli etkili
olmasının temel sebeplerinden biri; Ahmed Yesevî’nin düşüncelerini anlatmak
için, o dönemde gelenek olduğu üzere Arapça veya Farsçayı değil, Türkçeyi seçmesidir.
Hece vezniyle yazdığı şiirlerle öğretisinin hızla yayılmasını ve kuşaktan
kuşağa kolayca aktarılmasını sağlayan Yesevî’nin Hikmet olarak adlandırılan ve
yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, XV. yüzyılda yazıya geçirilerek
Dîvân-ı Hikmet adı altında toplanmış ve elden ele dolaşmıştır.
İslam’ın değerlerini Türk kültürünün değerleriyle kaynaştıran Yesevî
öğretisi, özellikle bozkırlarda yaşayan Türk boylarının İslamiyet’i
benimsemesini kolaylaştırmıştır. İslam’ı tanımalarına ve benimsemelerine
karşın, var olan değerlerinden kopmayan bu topluluklar için, kentli din
bilginlerinin sunduğu kuralcı İslamiyet’ten çok, dervişlerin sunduğu, dine
esnek yaklaşan ve eski inançları yadsımayan bir İslam anlayışı, daha yakın
gelmiştir. Böylece ‘Şaman’ geleneklerinin bir kısmı az ya da çok değişikliklere
uğrasa bile, varlığını sürdürmüştür. Kazakistan’da ‘Yesevî zikri’ adı verilen
törenlerde, geleneğin İslami değerlerle kaynaştırılarak bugün bile sürdürüldüğü
görülebilir. Bu örnekler, Yesevî’nin temsil ettiği İslam’ın, var olan inanç
sisteminin tamamen terk edilmesini şart koşmadığını ortaya koymaktadır.
Bu yüzden bugün yalnızca Kazakistan’da değil, eski Türkistan toprakları
üzerinde yaşayan Türk topluluklarının çoğunda Şaman geleneklerinden izler
görülür. Üstelik bu uygulamalar, Ahmed Yesevî’nin izinden gidenlerce Anadolu’ya
ve Balkanlar’a da taşınmıştır. Türk milliyetinin hamurkârı olan Ahmed Yesevî,
Türk aydınlarının Arapça ve Farsça yazdığı bir dönemde, ilk defa Türkçe şiirler
söyleyen insandır. Türk dünyasında çok iyi tanınır ve bilinir. Büyük şairimiz
Yahya Kemal Beyatlı; “Şu Ahmed Yesevî kim? Bir araştırın göreceksiniz. Bizim
milliyetimizi asıl onda bulacaksınız?” diyor… Ahmed Yesevî’nin öğrencileri ve
takipçileri, onun ‘Hikmet’ denilen şiirlerini yüzlerce yıldan beri
tekrarlayarak Türk dilinin gelişmesini sağlamışlardır.
Sözgelimi Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet’indeki;
‘Işkıng kıldı şeyda
mini
Cümle alem bildi mini
Kaygum sinsin tüni küni
Minge sinok kirek sin…’
mısraları, Yunus Emre
Divanı’nda:
‘Aşkın aldı benden
beni,
Bana seni gerek seni.
Ben yanarım tünü günü,
Bana seni gerek seni.’ mısralarıyla karşımıza çıkar.
İki şiirin tamamını karşılaştırdığımız zaman, temanın ve bazı mısraların
birbirinin aynısı olduğunu görürüz. Ahmed Yesevî ve öğrencileri, henüz büyük
kısmı Müslüman olmamış, olanları da yeteri kadar dini bilmeyen Türklere
İslamiyeti anlatmak gayretiyle Türkçe söylemişler ve Türkçenin devamına ve
gelişmesine en büyük hizmeti yapmışlardır.”(8).[8]
Dipnotlar:
[1] Dostum, isminin
zikredilmesini istemediği için, isteğine uygun olarak ismini zikretmeye gerek
duymadık.
[2] Halk TV’de
birlikte katıldığımız bir canlı yayında ilahiyat profesörü Abdülaziz Bayındır’a
konu ile ilgi olarak sormuş olduğum soru üzerine hoca “Sonuçta Veda Hutbesi de
bir hadistir ve diğer hadislerde olduğu gibi bu hadis metninde de uydurmalar ve
ilaveler olabilir” şeklinde cevap vermiştir. Acizane biz de bu kanaati
taşıyoruz.
[3] Peçenekler,
devlet kuramadıkları için Avrupa ulusları arasında tamamıyla Hıristiyanlaşarak
ve hatta Slavlaşarak tarih sahnesinden silindikleri halde, Uzlar devlet kurma
şansını elde ettiklerinden bugünkü Macaristan’da ve Moldova’da halen yaşamaya
devam etmektedirler. Elbette Hıristiyanlaşarak. Gagavuzlar (Gökoğuzlar), 1071
yılında Malazgirt’te Selçuklu ordusuna yardım eden Uzlar’ın (yani Oğuzların)
bugünkü torunları kabul edilmektedir.
[4] N.Fazıl
Kısakürek’in “Babıali” isimli eserinin 340- 1 sayfalarından aktaran Lütfi
Bergen, http://lutfibergen.blogcu.com/kalin-anadoluculuk/10974762,
[7] Ahmet Yesevî’nin
“Divan-ı Hikmet” isimli eserinden (Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, Yayına
Hazırlayan: Dr. Hayati Bice, T.Diyanet Vakfı yayınları. 4. Baskı; 2005-Ankara)
alıntı ile http://www.tasavvuf.info/tengri1_hb.htm. Ayrıca bk.
http://www.historicalsense.com/Archive/yesevi.htm,
[8] Prof. Dr. Hikmet
Özdemir, “Hoca Ahmet Yesevi” başlıklı makalesi,
http://fsmsem.fatihsultan.edu.tr/fsmsem/hoca-ahmed-yesevi-makale-19.html