ATATÜRK’TEKİ İNSAN
Dr. Agâh Oktay GÜNER
Türkiye’mizde, son yıllarda, sadece zevksizlik
örneği acayip kıyafetler görmedik. Aynı zamanda, bazı düşmanlıklar icat edildi.
Bunların başında Cumhuriyet düşmanlığı ve Atatürk düşmanlığı geliyor. Bir Türk
düşmanının, mesela bir Yunanlının, bir İngiliz’in, bir Fransız’ın Atatürk’e
düşman olmasını çok rahat anlıyorum. Ama nüfus cüzdanında T.C. vatandaşı yazan
bazı adamların, onun bağımsızlık savaşı ile hür şartlara kavuşturduğu Türkiye’de,
bu vatanın nimetleriyle yetişerek, onun kurduğu eğitim kurumlarından nasip
alarak nasıl olup da ona düşman olabildiğini anlamakta zorlanıyorum. “Nankörlük
bütün insanların nasip alacağı bir sonsuzluk pınarıdır.” diyen feylesof ne
kadar doğru söylemiş!
Kim ne derse desin, Atatürk Türk milletinin
lideridir. Ona yapılan bütün hücumların temelinde millet çadırının orta direği
olan Atatürk’ü yıkma hedefi vardır. Ancak bu büyük millet bu oyunlara
gelmeyecek ve kendi evladına, kendi büyük insanına benim en büyük iftiharım:
“Türk olarak yaratılmamdır” diyen bu soylu şuur sahibi yiğidine sahip
çıkacaktır.
Çocukluğundan itibaren Mustafa Kemal’de çok
şuurlu bir millet ve vatan sevgisi vardır. Bu sevgi ona, millete, vatana,
devlete bağlı olmak ve hizmet etmek şuuru vermiştir. Bu şuurla, hizmet yolunda
kendisini yetiştirmek için, gece gündüz okumuş, kendisini geliştirmiştir.
SAMİMİ ADAM
Onun karakterinde hiç değişmeyen çizgi mutlak
samimiyettir. Dünyaca ünlü biyografi yazarı Emil Ludwig; “Kendisi hakkında
yazacağı yazıya malzeme toplamak için çocukluğuyla ilgili fevkalade işaretler
taşıyan hatıralarını sordu. Aradığı O’ndaki irsi ve şahsi fevkalade
özelliklerdi. Yanında olan çocukluk arkadaşı ve sözünü hiç çekinmeyen Nuri
Conker’e döndü: “Nuri, bu tarih üstadına lütfen benim çocukluk anılarımı
anlat”. Conker rahatça: “Kovalamaca, askerlik, kaydırak oynar, yazın mısır
tarlasında karga avlardık. Onun farkı biz gevezelik eder veya uyuklarken kitap
okumasıydı” dedi.
Atatürk, Alman tarihçisine döndü: “Hakikat
işte budur. Bende insanlar üstünde meziyet aramaya kalkışmasın. Doğuşumdaki tek
fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir”. Onun çocukluğu çeşitli psikolojik
darbelerle geçmiştir. Kendisinden sonra dünyaya gelen ve vefat edince Osmanlı
geleneğiyle evin bahçesine defnedilen iki küçük kardeşinin çok küçük yaşta
ölümleri O’nu çok üzmüştü. Selanik’i seller altına alan yağmurlardan sonra Ali
Rıza Bey’in bahçesini de sular işgal eder. Gece aile uyanır. Ne görsünler? İki
yavrularının kefenli cesedi sular üstünde yüzüyor…
Mustafa Kemal’in çocukluk sevgisi, küçük
Ülkü’ye olan zaafı, okuttuğu fakir ve kimsesiz çocuklar, hep o onarılmaz;
kardeş kaybı yarasının, şuur altındaki elem dolu hatırasının kabuk bağlayan
ifadesidir.
Çocukluğunun ikinci büyük elemi, Balkan
komitacılarının babası Ali Rıza Bey’in kereste deposunu ateşe vermesidir.
Kereste deposundan yakındaki ormana sıçrayan ateşler, ne yazık ki, ormanı da
yakar kül eder. Babasının ölümü tam bir darbedir. Annesinin mirastan hemen hiç
denecek kadar pay alması ölümün acısını birkaç kere katlamıştır.
O’nun yapısında, çocukluğundan itibaren;
tespit ettiği her meseleyi kendi meselesi bilmek ve çözüm yolu aramak vardır.
O, ilgi duyduğu ve sorumluluk hissettiği her konuya çözüm getirmekle kendisini
adeta görevli saymıştır. Ayrıca, bir asker olmasına rağmen, askerlik dışındaki
dünyayı da takip etmiştir. Zamanın dünyada meydana getirdiği değişmeleri,
değişen talepleri dikkatle araştırmıştır.
Çocuk, genç, olgun yaştaki Mustafa Kemal’in
çekirdeği aynıdır. Kişiliğinin çelik çizgileri çocukluğunda belirmeye başlamış,
genç yaşlarda teşekkül etmiştir.
Bunun en canlı delili, fotoğraflarıdır.
Ömrünün hiçbir devrinde, derbeder, özensiz, dikkatsiz bir fotoğrafı yoktur.
Önemli bir yabancı konuk, Atatürk’ün
ziyaretinde; dayısının çiftliğinde karga kovaladığından bahseden satırlara
rastlandığını, üzüntü duyduğunu ifade edince Mustafa Kemal, “hayır doğrudur”
demiştir. O, önce kendisine, sonra dış dünyaya karşı samimi adamdır.
Bu konu ile ilgili olarak, Falih Rıfkı Atay
“Çankaya” kitabının 18. sahifesinde şöyle der: “Devlet Başkanlığı zamanında bir
misafirinin bu tarla bekçiliği hikâyesinin: “Aman efendim, Estağfurullah!” gibi
bir inanamazlık göstermesi üzerine: “Evet öyledir, ben de herkes gibi doğdum,
büyüdüm. Doğuşumda bir ayrıcalık varsa, Türk oluşumdan ibarettir” demişti.
Aynı olayı Münir Hayri Egeli; “Atatürk’ten
bilinmeyen hatıralar” adlı eserinde şöyle ifade ediyor: “Atatürk, kendisinin
insanüstü varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı
Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde
tekrarlatırdı.
Bir gün sofrada ismini zikretmek istemediğim
bir zat:
Paşam, demişti, kim bilir çocukluğunuzda ne
müstesna bir insandınız. Kim bilir, ne harikulade hatıralarınız vardır.
Atatürk güldü ve Nuri Conker’e döndü:
Nuri anlatsın, dedi.
Nuri Bey her vakit ki latifeci diliyle:
Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi,
cevabını verdi. Deminki suali soran zat, lafın bu mecrayı almasından fena halde
ürktü. Suali ortaya attığına bin kere pişman oldu:
“Aman efendimiz” diyecek oldu. Atatürk hemen
sözünü kesti:
“Bana insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye
kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.”
Türk olarak doğmak, Türk olduğunu bilmek ve bunu sorumluluğunun duyarak
gerekeni yapmak… İşte Atatürk’teki İnsanın özü budur. İleride bu ilke devletin
eğitim felsefesi olacaktır. Çocukluğunda ilk ağırlıklı kararı, annesinin bütün
ısrarına rağmen okul tercihinde olmuştur. Askeri okulu seçmesi, direnmesi çok
önemli bir karakter özelliğidir.
Mustafa Kemal’in hürriyet ve istiklal aşkı
dediği bu duygu, O’nun, ömrünün her aşamasında takip ettiği şaşmaz çizgidir.
Nitekim, bir konuşmasında aynen şöyle diyor:
“Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben, milletimin en büyük ve
ecdadımın en kıymetli mirası olan istiklal aşkı ile dolu bir adamım.
Çocukluğumdan bugüne kadar, ailevi, hususi ve resmi hayatımın her safhasını
yakından bilenlerce bu aşkım malumdur. Bence bir millette; şerefin, haysiyetin,
namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin hürriyet ve
istiklaline sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen, bu saydığım vasıflara çok
ehemmiyet veririm ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek
için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim.
Bu ölçülerin karakterini yoğurduğu Mustafa
Kemal, babasını çok küçük yaşta kaybetti. Annesinde iki sevgiyi birden yaşadı.
Annesine çok değer verirdi, saygı gösterirdi. Anne, oğlu için daima duadaydı.
O, cepheden cepheye koşarken, anne Zübeyde Hanım daima Kur’an okutur, dinler ve
dua ederdi.
Yaveri Cevat Abbas Gürer şu hatırayı
naklediyor: “Çankaya’da ana oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir
vaziyeti kıymeti hudutsuz olan Bayan Zübeyde’nin faal zekâsının bir numunesi
olarak arz edeceğim: “Atatürk, anasının elini öptü, Bayan Zübeyde oğluna elini
uzatırken coşkun sevgisinin gözlerine toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü
bağrına basmak istiyordu. O’nu kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz
bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalı idi. Fakat böyle
olmadı; bahtiyarlığı gülen şirin yüzünden oku nurken o büyük Türk anası kolları
arasından uzaklaşan ciğerparesinin elini tuttu:
Atatürk: Ne yapıyorsun anne? dedi. Elini
çekmek istedi. Bayan Zübeyde, sükûnetle ve kat’i bir ciddiyetle:
“Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle
bana karşı olan vazifeni yapıyorsun; fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir
devlet reisisin. Ben de bu aziz devletin bir ferdiyim ve onun tabasıyım. Elini
öperim” cevabını verdi.
Evet, O’nun yapısında bir insanın annesine
elini öptürmesi düşünülemez. Ancak annesinin eşsiz sevgisi O’nu öylesine
sihirli bir güçle çevirmişti ki… Annesine olan saygı ve sevgisi onun kadın
anlayışını çevrelemişti. Ayrıca, kadın saygıya layık bir varlıktır. Kurtuluş
Savaşı’nın yiğit, fedakâr kadınları Atatürk’ün Kadın Hakları mücadelesinin
bayrağı olmuştur.
TERBİYE MESELESİ
Mustafa Kemal daima Türk kimliğini aramış,
milli kimlik sancısı hiç dinmemiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra geldiği
Samsun’da, 1924 yılında, bir çay ziyaretinde beyan ettiği fikirler bugün de
geçerliliğini koruyor. Dini terbiye ve milli terbiye ayrımı yaparken çok önemli
bir tespiti ifade ediyor…
Meclis’te olduğum zamanlarda şahsen sempati
duyduğum bir arkadaşım, adeta mensup olduğu partinin felsefesini özetliyordu.
“Benim vatanım namazını kıldığım yerdir.” Bu
zihniyette olan arkadaşların Türkiye’ye neler kaybettiklerini yakından gördüm
ve yaşadım. Ben elemli tespitlerde benimle birleşen Milli Selamet Partili bazı
arkadaşlarımın milli şuur uyanıklığını şükranla yad ediyorum.
1924 senesi yazında, Samsun’da verilen bir çay
ziyafetinde söz söyleyenlerin arasında Kılıç Dede İlkokulu öğretmenlerinden
Mehmet Behçet Efendi adında bir zat da vardı. Bu sarıklı hoca efendi, tabii
kendi tahsil alanının büyüklüğünü belirterek, bütün felaketlerin, bu ilme değer
verilmemesinden ileri geldiğini iddia etmiş, sözlerini Kur’an’dan ayetler
okuyarak ve bunları yine kendine göre tefsir ederek kuvvetlendirmeye
çalışmıştı.
Atatürk, konuşmasının sonunda, hoca efendinin
mütalaasına ve bu vesile ile belki ilk defa olarak, umumi terbiye konusuna
temas ederek demişti ki; “Arkadaşlar; bugün eriştiğimiz netice, şüphe yok ki,
çok memnunluk ve umut vericidir. Fakat bu memnuniyeti korumak, umutları
gerçekleştirmek için bundan sonra dikkat edilecek noktalar da çoktur. Son
olarak söz söyleyen hoca efendinin beyanları vesilesiyle arz edeyim ki;
bunların arasında en önemli, en esaslı nokta terbiye meselesidir. Terbiyedir
ki, bir milleti hür, müstakil, şanlı ve yüksek bir topluluk halinde yaşatır yahut
bir milleti kölelik ve sefilliğe sürükler.
“Efendiler; terbiye, güdülen hedef ve gayelere
göre çeşitlenir. Mesela dini terbiye, milli terbiye, milletlerarası terbiye.
Ben burada, yeni Türkiye Cumhuriyet’inin yeni nesle vereceği terbiyenin milli
terbiye olduğunu, kesin olarak ifade edeceğim. Diğerleri üzerinde durmayacağım.
Yalnız işaret etmek istediğim manayı, kısa bir misal ile açıklayacağım.
Yeryüzünde 300 milyonu aşan Müslüman vardır; bunlar ana, baba ve hocalardan
terbiye ve ahlak dersi almaktadırlar. Fakat esefle görülen gerçek nokta şudur
ki, bu yüz milyonlarca insan toplulukları şunun veya bunun esaret ve zillet
zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye, onlara, esirlik zincirlerini
kırabilecek insanlık meziyetini verememiştir, veremiyor; çünkü terbiyenin
hedefleri milli değildir.
“Efendiler; milli terbiyenin ne demek olduğunu
bilmekte artık bir suretle karışıklığa yer vermemelidir. Milli terbiye esas
olduktan sonra da onun dilini, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak,
münakaşası kabil olmayan bir zaruret olur. Genç dimağları, milli terbiye ile
geliştirmeye ve yükseltmeye çalışırken, bir yandan da onları; paslandırıcı,
uyuşturucu, hayali bir takım fazla şeylerle doldurmaktan dikkatle çekinmek
lazımdır.
“Efendiler; genç neslin dimağları yorulmadan
her şeyi kavramaya elverişli bir halde gerçeklerle bezenmelidir.”
Atatürk “Milli şuur” konusunda çok ısrarlıdır.
Millet olmak, millet olmanın şuuruna ermek bu yolda çile çekmek, kan dökmek her
türlü fedakârlığı omuzlamak, omuzlanan fedakârlıkları, çekilen çileleri
unutmamak gerekir. Bunlar kolay işler değildir. Bedel ister!
Nitekim Falih Rıfkı Atay’ın naklettiği bir
görüşme bu konuda çok ibret vericidir:
Bir gün bir Müslüman devletinin delegesi
Ankara’da Atatürk’e gelmiş:
Bizim milli hareketin de reisi olur musun?”
diye sormuştu.
Atatürk: “Bu mücadelede ne kadar asker feda
edersiniz?” diye sorunca:
“Efendim, mutlaka kan dökülmesine ihtiyaç var
mı?” demişti.
Atatürk: “O millet ne zaman hürriyetini almak
için iki üç milyon kurban vermeye razı olursa, reislik meselesinin o vakit
düşünüleceğini” söylemişti.
Mustafa Kemal, insan doğmanın, insan gibi
yaşamanın büyük baht olduğuna inanmıştır. Ancak, O, Türk insanı olmakla iftihar
duyar. Türk’ün değerini, büyüklüğünü çocuk yaşta idrak etmiştir. Kendisi şöyle
diyor; “Şair Mehmet Emin Yurdakul’u ilk defa manastır lisesindeyken okudum.
“Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur, sinem özüm ateş ile doludur,” mısraı ile
başlayan manzumesi bana milli benliğimin gururunu tattıran ilk ifadeler olmuştur.”
Bir ömür boyu bulunduğu her görevde, O, Türk
insanının destanlardaki, savaşlardaki, yükseliş ve yıkımlardaki yüce direniş
karakterini bu karakterin temeli olan inanç, iman, milli mukaddesatın ve
hepsinin özü olan Türk Kültürü’nü araştırmıştır. Asla ilgi duyduğu hiçbir
bilgiyi hiçbir yerden hazır istememiş, bizzat kendisi okumuş, araştırmış ve
ulaştığı sonuçları ilim adamlarıyla tartışmaya açmıştır. Atatürk’ün yaverliğini
yapmış Muzaffer Kılıç ve Halil Nuri Yurdakul yetişme dönemine ait özelliklerini
şöyle anlatıyorlar: “Atatürk’ün boyu 1.74 cm idi. Kilosu 7074 arasında
değişmiştir. Yüz rengi yanmış pembe, alnı çok geniş, kaşları çok gür ve
kalkıktı. Elmacık kemikleri hafif çıkık, dudakları ince, saçları altın sarısı,
gözleri mavi, göğsü kabarık, omuzları geniş, elleri ince ve zarifti.
“Çok canlı, çok hareketli, yerinde duramayan
yapıda, çok ciddi bakışlı, kararlı ve müthiş itimat veren davranışlar içinde
idi.
“Çalışkanlığı, zekâsı, kibarlığı, mertliği ve
dürüstlüğü, hiç kimseden çekinmeden, her şeyi herkesin yüzüne söylemesi ta
ilkokul hayatından beri bilinmektedir.
“Sigara ve kahveyi çok severdi. Günde 10-15
fincan kahve ve 40-50 sigara içtiği olurdu.
“Kumardan hoşlanmaz, kumar düşkünü olanlara
nasihat ederdi. İçkiyi kesin olarak gündüz almaz, gündüz içenlere de müthiş
kızardı. Kendileri de içki masasında çok uzun süre kalmasına karşın, az içki
içerlerdi. Ciddi askeri ve politik meseleler konuşulacağı günlerde kesin olarak
içki almazlar ve o işe o kadar konsantre olurlardı ki, yemek ve uyku saatleri akıllarına
bile gelmezdi. “Uyanınca derhal kalkar, kahve ve sigara içerken bütün
gazetelere göz atar, sonra banyo yapıp tıraş olur, giyinip salona inerlerdi.
Çok temiz giyinirler; bazı sıcak günlerde 23 defa banyo yaparlardı.
“Sakarya Harbi’nin en kritik günlerinde bile
ve bütün yokluklara karşın ne yapıp edip tıraş olmuş, iki teneke su ısıttırıp
çadırın içinde banyo yapmışlardır.
“Hiç yemek meraklısı değillerdi. Sabahları
hiçbir şey yemez, sadece kahve ve sigara içerdi; öğle üzeri bir iki dilim
ekmek, peynir, ayran veya limonata alırlardı. “En çok sevdiği kuru fasulye ve
pilavdı. Bunu her akşam yemekte ister, bazen yatarken bile yerlerdi. Bunun
dışında peynirli omlet, etli bamya yemeklerini sever, meyvelerden de kavunu
tercih ederlerdi.
“Misafirlerini, bazen köşkün dış kapısına
kadar uğurlar, herhangi bir sebeple onları kırmışsa, mutlaka özür dilerdi.
“Bulunduğu yerlerde emniyet önlemleri
alınmasından hiç hoşlanmazlardı. Bazen etrafındaki emniyet önlemlerini emir
verip kaldırtır ve “bu asil millet bana ne kurşun atar, ne de attırır”
derlerdi.
“Fakat bizler O’nu korumak için her türlü
önlemi alırdık. Bütün gittiği yerlerde polis teşkilatı ayrı, gizli emniyet ayrı
ve muhafız alay komutanlığı ayrı önlem alırdı. Hatta birçok defalar birbirimize
hüviyet sorduğumuz zamanlar olmuştur.
“Ayrıca, Atatürk’ün yakın arkadaşları Nuri
Conker, Ali Kılıç, Salih Bozok devamlı olarak silah taşırlardı.
“Atatürk’ün uykusu fevkalade hafifti.
Çanakkale’de olsun, Sakarya’da olsun, bütün harplerde, yatağına ceketini
çıkarıp elbisesi ile uzanırdı. Çadıra birimizin girmesi ile hemen gözünü açar;
“Bir şey mi var çocuk?” diye sorardı. Bizlerin herhangi bir haberi, telgrafı
vs. varsa, onu iletirken yatağından hemen doğrulup onu alırdı. Eğer önemli bir
haberse, hemen ayağa kalkar, ceketini giyip hazırlanırdı.
“Reisicumhur olduktan sonra Çankaya’da ve
diğer kaldığımız yerlerde ise, kapıyı tıklamamızla hemen uyanır ve aynı suali
sorarlardı. Eğer görüşülmesi gereken ciddi bir durum varsa, “Bir dakika bekle
çocuk” der ve pantolonunu giyip üzerlerine robdöşambrlarını alır; sonra bizleri
kabul ederlerdi.”
Çocukluğunda başlayan ve yükselen bir çizgi
takip eden özelliği ise methedilmekten, yüzüne karşı iltifatlardan asla
hoşlanmamasıdır. Bu çizgide devamlı olarak şöyle demiştir: “Zafer ancak inanmış
bir kadronun önderliğinde milletle bütünleşerek elde edilebilir.” Bu çizgideki
ölçüyü son nefesine kadar korumuştur. Falih Rıfkı Atay Çankaya’da bir akşam
yemeği sırasında Atatürk’ün sigarasından iki nefes aldıktan sonra masadakilere,
teker teker süzüp, “ben öldükten sonra bu millet ne diyecek?” sorusunu
yöneltince (F. R. Atay hepimiz dalkavukluk derecemize göre Atatürk’e bir sıfat
uydurduk diyor) kimimiz Tanrı, kimimiz mürşit, kimimiz lider, kimimiz üstün
adam dedik. Sabırla dinledi, bir nefes daha sigarasından içti ve “etrafına
böyle p.., p….. toplanmasaydı, milletine daha çok hizmet edecekti” diyor. Bu
gerçekçi bakış, ne yazık ki, çok az siyaset önderinde görülür. Avrupalı
krallar, ressamlara portrelerini yaptırırken daima bir at üstünde, ellerindeki
mızrakla, ağzından alevler saçan bir ejderhayı öldürürken çizdirmişlerdir.
Hükümdar, efsanevi yaratıkları dahi öldüren adamdı. Gazi Paşa öğrencilik
yıllarında, ordu saflarında, meclis başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı dönemlerinde
daima “Zafer milletindir” demiştir. Mustafa Kemal’de Hitler’deki ihtişamı
görmeyiz. Napolyon ve İskender’in şahsiyetlerini şekillendiren “dünya fatihi
olmak” ihtirasını da bulmayız. Kendini onlara benzetenlere şiddetle karşı
çıkmıştır. Bunun bütün dikkati mensup olduğu Türk milletine hizmet etmek ve o
milleti layık olduğu yüksekliğe kavuşturmaktır.
Kendisinin psikolojik dünyasını inceleme
gayreti içerisinde olan araştırmalardan birisi “Osmanlının yasından Atatürk’ün
Türkiye’sine” adlı çalışma çok değişik bir değerlendirme yapar:
“Eğer bir anne yas içinde ise ve çocuğuna iyi
annelik yapmıyorsa fena bir kadın olduğu için değil, çektiği acı sebebiyle
çocukta bilinç dışı fantezi dediğimiz „onarıcı olmak ile ilgili‟
bir durum gelişir. Bilinç dışı fantezi gelişmiş bir düşünce değildir. Çocukluk
algıları, duyguları ve düşünce kalıntılarıdır. Çocuk, bunları düşünmez, sadece
hisseder. Onarıcı olmakla ilgili bilinç dışı fanteziyi kelimelerle ifade
edersek, şöyle bir cümle ortaya çıkar: “Ben annemi onarayım, onun yasını
ortadan kaldırayım, o zaman annem benim için daha iyi annelik yapar”. Bilinç
dışı fantezi, kişinin hayat tarzını bütün yaşamı boyunca etkiler. Mesela
Atatürk’ün hayatına baktığımız zaman onun onarıcı şuur altı karakter yapısının
bütün ömrüne hâkim olduğunu görürüz.”
Atatürk’ün bir gazetecinin “İlk hatıranız
nedir?” sorusuna verdiği cevap çok önemlidir. “Annem beni, ilahiler okunan dini
törenle okula göndermek istiyor. Ama ben askeri okula gitmek istiyorum. Babam
“oğlum önce annenin dilediğini yerine getirelim, sonra senin istediğini düşünürüz”
dedi.” Böylece önce annesinin dileği yerine getirildi. Sonra babasını
kaybettiğini yukarıda ifade etmiştik. Kendi iradesi ile eğitim hayatını
değiştirdi. Çocukluğundan itibaren Mustafa Kemal’de bağımsız yaşama ve bağımsız
karar verme iradesini görüyoruz. Annesine saygısı mükemmeldir; ancak geleceği
ile ilgili karar vermek bahse konu olunca, çelik bir irade ile çocuk yaşta o
kararı uygulamayı bilmişti.
Mustafa Kemal’in çocuk sevgisi, ağaç sevgisi,
hayvan sevgisi şaşılacak güzellikler taşır.
Meclise gider gelirken Ulus’ta bulunan Osmanlı
Bankası binasının hizasında bir iğde ağacı vardır. Onu mutlaka sabah ve akşam
ziyaret eder. Bazen konuşur. Bir gün, meclis çıkışı, ağacın yerinde olmadığını
görür, “Nerede benim ağacım?” diye sorar. İşçiler “Yolu genişletiyoruz,
kestik.” derler. Hemen arabasına biner ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Bu olayı
televizyonda anlatmak isteyen rahmetli Nezihe Araz’a, yöneticiler “Atatürk
ağlamaz, çıkarın bunları” der. İşte bütün sıkıntı buradadır. Atatürk insan
değil mi, niye ağlamasın, niye sevmesin ve neden, niçin gerekirse nefret
duygusuna sahip olmasın? Ancak Atatürk’ü put yapanlar, O’nu taştan ve tunçtan
heykellerde donduranlar, O’na birkaç damla gözyaşını bile çok görmüştür.
Türkiye’nin büyük talihsizliği de işte buradadır. Atatürk, Çankaya’da
Ankaralıların hediye ettiği mütevazı bağ evinde oturmaktadır. Mimar Hikmet
Bey’in anlattığına göre; bağ evinin alt katında tadilat işi yapılırken, köşkün
yanına bir çadır kurulur. Atatürk ve Latife Hanım o çadırda kalırlar. Atatürk
Köşkü denilen bütün binaları geziniz, hepsinin çok mütevazı yapılar olduğunu
görürsünüz. Bu, Çankaya’daki köşk için de geçerlidir, Yalova’daki ve
Florya’daki köşk için de geçerlidir. Söğütözü’ndeki, kendi tabiriyle, kulübesi
için de doğrudur. Çok sevdiği tay, ruam hastalığına tutulur. Bu atlar ve
insanlar için öldürücü olan hastalığa yakalanan hayvanlar öldürülür. Toprağa
gömülür, üstüne kireç dökülür. Bunu işiten Atatürk veterinerlerin bütün karşı
koymalarına rağmen, eline eldiven giyer ve öldürülmeden önce sevgili tayına,
okşayarak, veda eder. Köpeği hastalanır, ölür. Çok üzüldüğünü gören köşk
kadrosu köpeği ilaçlar, içini samanla doldurur, masasının yanına korlar.
Ne acı ki, biz bütün bunları vatan çocuklarına
verecek bir eğitim sistemini kuramadık. Halbuki Atatürk’teki insanı; ağaç
sevgisiyle, hayvan sevgisiyle, insan sevgisiyle vatan çocuklarına anlatmış,
öğretmiş olsaydık, Türkiye, Türk eğitim sistemi çok daha verimli olurdu. Vatan
çocukları “insan Atatürk’ü gönülden sever ve benimserdi.
Ne yazık ki, Atatürk’teki İnsan, görülmemiş,
görülmek istenmemiş, vatan çocuklarına öğretilmemiştir. Kendisiyle yapılan bir
görüşmede “İki kuruşum olsa, bir kuruşuyla kitap alırdım” diyor. Devamlı
okuduğunu görüyoruz. Bugün Anıtkabir’de bulunan kütüphanesinde binlerce eserin
altını çizerek okuduğu görülür. Bu bitmek ve tükenmek bilmeyen okuma sevgisi,
Mustafa Kemal’in devamlı araştırmak ve öğrenmek isteyen yapısını hiç terk
etmemiştir.
Çanakkale kara savaşlarının en şiddetli olduğu
demlerde 19. Tümen komutanıdır, karargâhı Aydos Tepesi’ndedir. Madam Corinne’e
yazdığı mektupta şöyle diyor; “Aziz Corinne, savaş bütün çetinliği ile devam
ediyor. Bulunduğum mevkide 24 saat ölümle kucak kucağa yaşıyoruz. Başımın
üstünden insan kolu, başı, bacağı, gövdesi uçuyor. Toplar ve diğer silahlar ara
vermeden ölüm kusuyor. Bu mektubumu size getiren arkadaşıma lütfen bir roman
listesi hazırlayıp veriniz. O, bu kitapları satın alıp bana getirecek. Ben gaz
fenerinin ışığında siperde onları okuyarak unuttuğum insani güzellikleri
hatırlayacağım.”şimdi düşünelim; ölüm kalım mücadelesinde, siperde kitap
okumayı düşünmek… İşte Mustafa Kemal’deki her dem diri olan, kültürlü olma
iradesinin ifadesi budur.
Mustafa Kemal, çocukluğundan itibaren
yöneten, yönlendiren bir karakter yapısına sahiptir. Selanik’te, gençlik
yıllarında, arkadaşlarıyla görüşürken onların bazılarını Vali, bazılarını Paşa,
bazılarını müfettiş yapar. Arkadaşlarından birisi sorar: “Peki sen ne oluyorsun
da bizi bu görevlere getiriyorsun?” der. Mustafa Kemal, “Ben o yetki ve güce
sahip olacağım mevkide bulunacağım” diye cevap verir.”
Mustafa Kemal’in hiç şüphesiz ihtirasları
vardır, ihtiras sahibidir. İhtiras sahibi olmasa bu ölçüde başarılı olması
düşünülemez. Ancak, ihtiraslarını en güzel şekilde tarif eden yine kendisidir.
28 Şubat 1914 yılında Sofya’dan Madam Corinne’e yazdığı mektupta aynen şöyle
diyor:
“Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükler;
fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük meblağlar elde
etmek gibi maddi emellerin tatminine taalluk etmiyor.
“Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini,
vatanıma büyük faydalar dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin
canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün
hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona (bu büyük fikre) çok genç yaşımda sahip
oldum ve son nefesime kadar da onu muhafaza etmekten geri kalmayacağım.”
Madam Corinne, Avusturyalı saray doktorunun
kızıdır. Mustafa Kemal ile birlikte kurmay yüzbaşı olan bir arkadaşı, bu kıza
âşık olur. Evlenmeye karar verir. Yakın arkadaşı Mustafa Kemal’i ve bir diğer
arkadaşlarını daha alarak kızı istemeye giderler. Kızın babası sarayda
doktordur ve bu izdivaca razı olur, evlenirler. Fakat Yüzbaşı Balkan Harbi
cephesinde görevlendirilir. Katıldığı ilk çatışmada alnına isabet eden bir
kurşunla şehit düşer. Mustafa Kemal, fevkalade üzülür, aileyi teselli eder.
Madam Corinne’e veda ederek İstanbul’dan ayrıldığı zaman devamlı mektuplaşmak,
Mustafa Kemal’in Fransızca veya Almanca yazacağı mektupları Corinne’in tashih
(düzelterek) ederek O’na göndermesine karar verirler. Bu mektuplaşma yıllarca
devam eder. İrtibatın Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı olduktan sonra kesildiğini,
Corinne’in, eski dostundan; bir şey isteyen insan durumuna düşmemek için
fevkalade dikkatli ve ölçülü bir sessizliğe çekildiğini biliyoruz. Eski
dostluklara vefa gösteren Mustafa Kemal, ne yazık ki, bütün araştırmalarına
rağmen Corinne’e ulaşamamıştır.
O’nu hiç terk etmeyen vefa duygusuyla İzmir
Körfezi’ni seyrederken; “Rauf kardeşim, bir daha Selanik’i görmek kısmet olacak
mı?” der. Bir ömür boyu Mustafa Kemal’i milli kimlik hassasiyeti içerisinde
ağaca, çocuğa ve bütün canlılara karşı sevgi dolu bir insan olarak görüyoruz.
Bir bataklıktan ibaret olan Atatürk Orman Çiftliği arazisini orman yapacağım
dediğinde buna hiç kimse ihtimal vermez ama, Mustafa Kemal, daha doğrusu Gazi
Paşa bu çetin işi başarır. Sonunda ümidini kırmak isteyenlere yemyeşil çiftliği
gösterir ve der ki; “İstemesini bilirseniz, toprak size her şeyi verecektir”.
Yolunuz Yalova’ya düşerse, mutlaka Yürüyen
Köşkü görünüz. Atatürk’ün adını taşıyan Yalova’daki köşk, Florya’daki köşk
günümüzün binaları yanında çok mütevazı yapılardır. Bu çok güzel minicik
yapılar, yakın tarihimiz açısından çok zengin, ibretli hatıralarla doludur.
Çocukluğunun; cayır cayır ağaçların yandığı,
evlerinin yanındaki ormanın kül olduğu gece Mustafa Kemal’in tükenmeyen ağaç
sevgisinin de başlangıcıdır. Bütün bir ömrü cephelerde geçen kumandan, fırsat
bulduğu her dem, ya ağaç diktirmiş ya da ağaçları koruyucu tedbir almıştır.
Yalova’daki köşk inşaatı devam ederken Köşk’ün
deniz iskelesi de tamamlanmıştır. “Efendim şu yandaki ağacın dalı tehlike arz
ediyor, bu sebeple binaya doğru uzanan bu dalı izninizle keseceğiz” denince;
Gazi Paşa “asla” demiş ve benim talimatımı bekleyin. İstanbul’a dönmüş, bir
süre sonra Yalova’ya yeni bir kadro, teknisyenler ve malzeme ile dönmüştür. Bu
malzeme binanın altına yerleştirilecek onu ağaçtan dört beş metre açığa
taşıyacak demir borular ve bu işi yapacak demir raylar ve aletlerdir.
Yalova Belediyesi’nin himmetiyle “Yürüyen
Köşk” işi, şimdi büyük duvar panolarıyla sergileniyor. Binanın altının oyulması
boruların yerleştirilmesi ve nihayet yapının kaydırılarak ağaçtan 56 metre
uzağa taşınması bugün rahatça takip edilmektedir. Onun iradesi ağacın dalını
kesmeden binayı nakletmeyi başarmıştır. Bu iş bittiğinde, iskele ayrı yerde,
bina ayrı yerdedir. Köşksüz iskele, iskelesiz köşk günümüzde müze olarak
ziyaret ediliyor. Görenler sevgi ve iradenin bu yalın güzelliğine hayran
kalıyor.
İHTİRAS ÇİÇEKLİĞİ
Bizim tarihimiz, ne yazık ki, ihtirası aklının
önünde giden sivil ve asker devlet adamlarımızın millete biçtiği çile, felaket
ve ölüm gömlekleriyle şekillenir. Gandi: “İhtirasları alt etmek, silah
kuvvetiyle dünyayı hüküm altına almaktan daha çetindir” diyor. İhtirası bu
haliyle doymak bilmeyen bir canavara benzetenler elbette haklıdır. Eğer,
ihtiras ve aşk aklın kontrolünde ise, büyük işlerin kanatları olur. Aksi halde,
felakete götürür. Voltaire: “İhtiraslar, geminin yelkenlerini şişiren bir
rüzgâr gibidir. Bazen gemiyi batırdığı olur ama, onsuz gemi yerinden
kıpırdayamaz” diyor. Elbette hareket için ihtiras elzemdir. Yeter ki,
ihtiraslarımızı iyi birer hizmetkâr olarak kullanmasını bilelim. İhtiraslarımız
efendimiz olduğu zaman netice felakettir.
Mustafa Kemal’i ihtiras sahibi olmakla itham
eden Enver Bey’e “Mustafa Kemal Harbiye Nezareti Müsteşarı olmak istiyor. Ne
dersiniz?” denildiğinde, Enver Bey; “Mustafa Kemal’i müsteşar yapsak bakan
olmak ister, bakan yapsak başbakan olmak ister, başbakan yapsak peygamber olmak
ister, peygamber yapsak Allah olmak ister” diyerek karşı çıkar. Enver Bey’in
ihtirasları Mustafa Kemal’den az mıdır? Hatta bu konuda yapacağımız bir tarihi
kıyaslama, ne yazık ki, Enver Bey’in lehine olmayacaktır. Şimdi bu felaket
tablosunu bizim tarihimiz açısından aralayacağım.
Sene 1683. Padişah 4. Mehmet
Edirne’den Avusturya seferine bu yılın 17 Muharrem Pazar günü hareket eder. (İ.
H. Danişmend İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi c.3 sf.452) Hükümdar Belgrat’ta
kalır, Serdarı Ekremlikle sefer memur olan Veziri Azam Merzifonlu Mustafa Paşa
ordunun başında hareket eder.
Stuhlweissenburg=İstoni Belgrat harp
meclisinde Viyana muhasarasına karar verilmesi için toplantı yapılır.
Burada Serdarı Ekrem ile Reisül Küttap Mustafa
Efendi, doğrudan doğruya Viyana üzerine yürümek fikrini müdafaa ettikleri
halde, Kırım Han’ı Murat Giray ile Budin Beylerbeyi Arnavut Koca İbrahim Paşa
bu sene Yanık ve Komran kalelerinin fethini, Tatar ordusunun Avusturya’yı
tahrip ederek, kuvvetten düşürmesini savunur. Koca İbrahim Paşa, devamla,
İstanbul’dan gelecek büyük toplarla ertesi sene Viyana üzerine gidilmesinin
uygun olacağını müdafaa etmiş, ancak Merzifonlu ise, İbrahim Paşa’ya “Sen
bunamışsın” diyerek hakaret etmiştir.
Muhasara sırasında pek çok olay yaşanmış ve ne
yazık ki, Viyana Kalesi’nin düşmesine çok az bir zaman kala İbrahim Paşa
“Zaferi kazanırsa beni yaşatmaz” diyerek askerlerini geri çekip cepheden
ayrılmıştır.
Kırım Han’ı Murat Giray’a verilen görev,
kaleyi takviye için gelen düşman ordusunun taş köprüden geçmesine engel
olmaktır. Ne yazık ki, düşman Tuna Köprüsü’nden geçerken Kırım Han’ı
askerleriyle bir tepeden seyreder ve hocasının bütün ikazlarına rağmen, “Bırak,
bizim kadrimizi bilsinler” cevabını verir. Düşman ordusunu Alaman Dağı
eteklerinde karşılayacak sonra onları arkadan kuşatacak olan Tatar gücü, tam
manasıyla ihanet eder. Polonya Kralı Jean Sobieski 12.000 zırhlı süvarisiyle
Merzifonluya cephe gerisinden saldırma imkânına kavuşur. İşte, size bir ihtiras
çiçekliği. Merzifonlu ihtirasına kurban gitmese, bunamışsın dediği İbrahim
Paşa’yı dinlese, bu kadar acı bir mağlubiyete uğraması mümkün değildi. Koca
İbrahim Paşa ve Kırım Han’ı Murat Giray “bizi harp meclisinde azarladı” diyerek
Merzifonlu’yu düşman karşısında yalnız bırakmasalar, ihtiraslarını aşıp devlet
ve milletin beklediği hizmeti yerine getirseler, böylesine acı bir mağlubiyeti,
milletimiz yaşamak zorunda kalmayacaktı. Bilindiği gibi, Viyana bozgununun
faturası milletimize çok pahalıya mal olmuştur. Başta Macaristan olmak üzere
Dalmaçya ile Mora elden çıkmış ve Arnavutluk’ta, Bosna’da, Kuzey Yunanistan’da
birçok mühim mevkiler düşman eline geçmiş ve o muazzam devlet, artık küçülmeye
başlamıştır. Bu devamlı toprak kaybediş ve mağlubiyetler bizi 15 sene 9 ay 25
gün Avusturya ile savaş halinde tutmuş, Karlofça Antlaşmasının imzalanmasıyla
Avrupa Hıristiyanlığına karşı Türk azamet ve heybeti artık sönmeye başlamıştır.
İşte, bir insanın “Kanuni Sultan Süleyman’ın yapamadığını ben yaparım” ihtirası
Cihan İmparatorluğu’nu sona doğru sürükleyen ağır bir darbe olmuştur.
Kendisine karşı tezi savunan şahsiyete “sen
etehlemişsin (bunamışsın)” diyen sesin yankılanışını 1915 yılında Kafkas
Cephesinde Enver Bey’in ağzından duyuyoruz. Bilindiği gibi, Enver Bey
binbaşıdır, Balkan komitacısıdır. Kaç değerli şahsiyeti kurşunlamış ve Babı Âli
baskınıyla Harbiye Nazırı olmuştur. Bahriye Nazırlığına gelen Binbaşı Cemal
Bey’e vekâlet eder ve onu Generalliğe terfi ettirir. Cemal Bey’de Enver Bey’e
vekâlet eder, o da onu Paşa yapar. Devletin başına sadrazam olarak, posta
memuru Talat Bey de paşa unvanıyla geçer. Ancak bunların unvanlarının ve
omuzlarının paşa olması, kafalarının ve idraklerinin paşa olduğu manasına
gelmez. Nitekim Cemal, Kanal Harekâtıyla on binlerce memleket evladını çöllerde
kurban eder, Sarıkamış’ta askeri teftiş ettikten sonra Harp Meclisini toplayan
Enver Bey masa üzerine planlarını açar. 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa
“Buralarda kış mevsiminde yapılacak bir taarruzun başarıya ulaşma şansı yoktur.
Taarruz harekatını ilkbahara bırakalım. Askerin bir bölümünün ayağında çarık,
bir bölümünün ayağında takunya var” itirazı Enver Bey’i gazaba getirir. “Paşa
sen bunamışsın! Git istirahat et..” der ve görevden azleder. Ordu komutanlığını
da uhdesine alır. Şan ve şöhret hırsı uğruna 80.000 vatan evladı Allahuekber Dağları’nda
donarak ölür. İstanbul basını sıkıyönetim altındadır. Hepsi “Enver Paşa’nın
Sarıkamış Zaferi” diye gazetelerine manşet atar, Enver Bey İstanbul’a döner.
Şimdi Atatürk’e gelelim. Mustafa Kemal Paşa da ihtiras sahibidir. Ancak
ihtirasları aklının gerisindedir. Milli Mücadele’nin Büyük Taarruz kararını
günlerce süren hazırlıkların sonunda alınca ordu komutanlarına çok gizli
kaydıyla bildirir. Bu şifreli telgraflarda kolordu komutanlarına bile haber
verilmemesi talimatı vardır. 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa, bu emri alınca
hemen cevap yazdırır: “Böyle bir taarruzun nisan ayında yapılması doğru olmaz.
Havalar yağmurlu, etraf çamur içinde olur. Ulaşım ve erzak temini fevkalade
zordur. Hâlbuki ecdadımızın daima tercih ettiği gibi ağustos ayı, taarruz için
fevkalade uygundur. Her taraf kuru ve ulaşım kolay olur. Zapt edilen
bölgelerdeki üründen askere yetecek kadar yiyecek bulmak da çok kolay olur.
Ayrıca makineli tüfeklerimiz de yeterli sayıda değildir. Mutlaka her bölgeye en
az bir makineli tüfek verilmelidir. Yoksa bu şartlarda taarruz başarısız olur.”
Cevap Ankara’ya kurye ile yollanır. Aradan dört gün geçer. Sabahın dördünde
ordu binasının önünde bir motor sesi duyulur. Gelen Mustafa Kemal Paşadır. Önce
trenle, sonra da otomobille yolculuk ederek Bolvadin’e, İkinci Mustafa Kemal
ile Yakup Şevki Paşa baş başa taarruzu tartışır. Akşam yemeğinden sonra, yine
baş başa, sabaha kadar haritalar üzerinde tartışmaya devam ederler. Sabaha
karşı dört sularında Atatürk, Ankara istikametine doğru yola çıkar. Atatürk,
Ankara’ya varınca, ordulara ve batı cephesine bir şifre gönderir. Şifrede;
“İkinci ordu komutanının teklifleri uygun görülmüş, eksikliklerin tamamlanması
için gerekli yerlere emir verilmiş ve taarruz tarihi ertelenmiştir,” diyerek
Yakup Şevki Paşa’nın önerilerine uyulduğunu açıklamıştır. “Atatürk ihtiras
sahibidir” diyenlere Yakup Kadri Atatürk adlı kitabında şöyle cevap veriyor:
“Mustafa Kemal’de ilk gençlik günlerinden beri bir ihtiras sezenler
yanılmamışlardır. Fakat bu ihtirasın cinsinde yanıldılar. Onu hodbin bir
ikbalperest sanıyorlardı.
“(….) Eğer böyle olsaydı… Dumlupınar zaferini
kazandıktan sonra, Lozan Muahedesini elde ettikten, yani Türk milletini hanedan
ve hilafetin hıyanetine ve istiklale kavuşturduktan sonra isteseydi… sultanlık
tacını, hatta… isterse hilat (kaftan) giyerdi. Türklük ve İslamlık dünyası
böyle bir hareket, gasıplık telaki etmek şöyle dursun, belki istiyor ve
bekliyordu.”
Birinci Dünya Savaşı esnasında, Balgat
cephesinde ordumuza esir olan İngiliz generali Tawsend, 1922 yılının haziran
ayında Adana yoluyla Konya’ya gelmiş ve Akşehir’deki karargâhından gelen
Başkomutan Atatürk’e mülaki olmuştu. İki Generalin bir gece, kurtuluş
mücadelemiz ve dünya vaziyeti hakkında yaptıkları uzun konuşma esnasında
Tawsend, Atatürk’e “Sizi Napolyon’a benziyorsunuz” demiş. Atatürk bu
benzetilişi reddetmiş ve “Napolyon arkasına bir sürü muhtelif milliyetteki
insanı toplayarak macera aramaya çıktı, bunun içindir ki, yarı yolda kaldı. Ben
bir anadan, bir babadan gelen kardeşimle kendi vatanımı kurtarmak davası
yolundayım ve muhakkak muvaffak olacağım” cevabını vermiştir.
O gece sabaha karşı, büyük bir hayranlık
içinde Atatürk’ten ayrılan Tawsend’ın refakatine memur Türk subayına “Ben
şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile hususi ve resmi konuşmalar
yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum; Mustafa Kemal’de bir ruh
kudretinin esrarı var” dediği de meşhurdur.
Mustafa Kemal’in temel fikri; Orta Asya’dan
itibaren devletler kuran, çok yüksek medeniyet örnekleri sergileyen Türk
Milleti’nin iki güçlü ordu ile dünya üzerinde layık olduğu yeri alacağıydı.
Nitekim tarih bize Türklerin bu başarı hamlesini defalarca sergilediğini
gösteriyor. Mustafa Kemal’i memlekete hizmet yolunda, o günkü şartlarda bir
ayağı orduda bir ayağı komitacılıkta olan subay rolünden ayırarak tamamen
hukukun içinde olmaya iten temel ayrılış çizgisi, İttihat ve Terakki
Partisi’nin memlekete verdiği zararlardır. Bu parti hukuk ve kanun tanımaz
tavrıyla devletin temellerine dinamit koymuştur. Ehliyetsiz, tecrübesiz,
komitacı kadrolar Alman emelleri uğruna devleti ve milleti bitiren işlere
girmiştir. Artık M. Kemal için hukukun içinde olmak temel dikkattir. Nitekim
Milli Mücadele’de; hükümete M. Kemal Hükümeti değil “Ankara Büyük Millet
Meclisi Hükümeti” diyecektir. O’na göre memleketin iki orduya ihtiyacı vardı.
1. Kültür ordusuydu. Bu ordu öğretmenler, ilim, fikir ve araştırma adamlarından
meydana geliyordu. Bu düşünen kafalar milli felsefeyi yoğurarak milli hedefleri
tespit ve tayin edeceklerdi. 2. Ordu ise Türk silahlı kuvvetleridir. Bir
milletin silahlı kuvvetlerini teşkil eden komuta kademesi, yüksek ahlak ve
fazilet duygularıyla teçhiz edilmiş olmalıdır. Nitekim bizim İstiklal Savaşımız
böyle güzide bir kadronun eseridir. Biz zaferi ebetteki Mehmetçiğin eşsiz
fedakârlığına borçluyuz. Ancak, o yüksek vasıflı asker; bilgili, dirayetli,
tecrübeli, karar gücüne sahip komutanlar elinde zafere yürümüştür. Milli
Mücadele’nin komuta kadrosu 12 yıl örs ve çekiç arasında dövülmüş, şahsiyeti
çelikleşmiş generallerdi. Mustafa Kemal Paşa Atatürk olma yolunda ilerlerken
O’nu fevkalade kararlı ve inançlı görüyoruz. Hiçbir zaman tereddüt etmiyor.
Ürken atından düştüğü zaman, üç kaburga kemiği kırılmıştır. Ankara’da kaburga
kemiklerini saran doktorlar kesin istirahat der, Ama O, meclisteki bozuk
sesleri düzelttikten sonra tekrar cepheye koşar. Dizlerinde şiddetli romatizma
vardır, ağzında 17 çürük diş taşımaktadır. 22 gün 22 gece Sakarya Savaşı sürer,
diş ağrılarını dindirebilmek için rakı ile gargara yapar. İnsaf ile düşünelim;
16 sene yamçı ile toprak üstünde yatan adam, romatizma olmaz da ne olur?
Dişçiye gidecek zaman mı bulmuştur? 16 yıl savaş şartlarında ne kadar uyudunuz
diye sormayanlar, niye dişçiye gitmedi diye zekâ seviyelerini sergileyen
sorular sorabilirler. Hele hele “Mareşal sabahlara kadar Kur’an okurken,
Mustafa Kemal’in elinde rakı şişesi vardı” diyenler acaba O’nun diş ağrılarını
çekseler ne yaparlardı? İktidar olunduktan, inkılâplar başladıktan sonra,
yolları Gazi Paşa’dan ayrılanlar hatıralarında, “Mustafa Kemal olmasa biz Milli
Mücadeleyi yapamazdık, ama biz olmasak O, Milli Mücadeleyi yapardı” diye
yazmaktadır. Mustafa Kemal, yurt çapında tanınmasını Çanakkale kara
savaşlarındaki başarısına borçludur. Anafartalar Grup Komutanı olarak
inisiyatif gücünü sonuna kadar kullanması ve cephenin gerektirdiği kararları
bütün sorumluluğu üzerine alarak vermesi O’nu generalliğe yüceltmiştir. O, bir
gece de general olmamış, sorumluluk alarak, ön safta çarpışarak, Türk
Ordusu’nun içindeki Almancılarla boğuşarak başarıya yürümüştür.
Milli Mücadele’ye başladığı zaman, milletin
ona verdiği isim Sarı Paşa’dır. Sarı Paşa milletin sevgilisi, adeta
gözbebeğidir. O’nun yetiştiği, 16 yıl cepheden cepheye koştuğu zaman,
kapitalist-emperyalist sistemin merhamet siz ve insafsız bir biçimde dünyayı,
güçsüzleri sömürdüğü zamandır. Gazi Paşa bu tablo karşısında milli bir siyaseti,
milli devleti ve milli ekonomiyi üçayaklı bir siyaset hedefi olarak tespit
etmiş, bunun gerçekleşmesi yolunda durmaksızın mücadele vermiştir. Milli Devlet
ideali O’nu bütünüyle kuşatmıştır. O, ideal uğruna ölmekten daha zor olduğunu
biliyordu. Milli devlet bünyesinde tespit ettiği tehditlerin hepsini, milletin
hayatında, vakti geldiğinde patlayacak saatli bombalat olarak gördü. Nutku
dikkatle okursak, azınlıklar ve patrikhane konusundaki ufuk zenginliğine ve
derinliğine hayran kalırız. O’nun için Türk Milleti tarihini doğru ve iyi
bilmeliydi. Bir büyük köy olan Ankara’ya dev gibi (Dil, Tarih ve Coğrafya
Fakültesi)ni kurması bu şuurun ifadesidir. Bir ömür boyu üç doğruyu gerçek
kılmak için çalıştı: “Doğru dil, doğru tarih ve doğru din”. Dil Kurumu, Tarih
Kurumu, düşüncelerini zamanın ötesine taşıyacak teşebbüslerdir. Ayrıca, ekonomi
politikası, devletçilik anlayışıyla tam bir olgunluğa erişmiştir. Denk bütçe,
adaletli vergi sistemi, bütün milli kaynakları israf etmeden harekete geçiren
ekonomi stratejileri, O’nun temel ekonomik görüşleridir. Dış politikada
Balkanlar ve Ortadoğu’yu esas alan batı ile Rusya ile karşılıklı hak ve
menfaatlere ağırlık veren çok başarılı dış siyasetin mimarı olmuştur.
“Atatürk’teki İnsan” sabırla ve çalışmayla, milletin büyük hedeflere
ulaşacağına inanan insandır. O’nun için Türk Dünyası bir ideal ufuktu. Türk
Ocağı’nı Türk’e ve Türk Dünyası’na verecek bir insan yetiştirme kurumu olarak
düşündü. Türk Ocağı binasının her taşında Mustafa Kemal’in dikkati vardır.
“Türk işçileri çalışacak, Türk süsleme sanatları ve kubbe mimarisi asla ihmal
edilmeden inşaat tamamlanacaktır.” Mimar Hayreddin Bey o günlerin heyecanını ve
Dua Tepe’ye konan bu mimari şaheserinin inşaat aşamalarını mükemmel bir
hafızayla anlatır.
Atatürk’teki İnsanı tanıyalım. O insanı
tanıdıkça Atatürk’ü daha çok sevecek ve O’nun dilinden düşürmediği Hz. Mevlana
ve Hacı Bektaş’ta zirveleşen tasavvuf anlayışı içindeki ışık dolu gönlünün
güzelliğini göreceğiz. Şu mısralar bu gönlün ışıklı akisleridir: “Fıtratta
tekâmül ezelidir; bu kemale Tevrat ile, İncil ile, Kur’an’la inandım.”
Atatürk’ün yıllarca riyaseti cumhur musiki şefliğini yapmış emekli Binbaşı
Hafız Yaşar Okur, O’nun manevi dünyasını çok namuslu bir biçimde anlatıyor.
“Bayramlarda, kandil günlerinde, değil içki içmek, sarayın önünden içki arabası
geçemezdi” diyor. Çanakkale zaferinin yıldönümünde İstanbul’un en meşhur
hafızları, hocaları O eşsiz kahramanlar için O’nun talimatıyla mevlit
okuyorlar. Hafız Yaşar Bey kahraman bir asker vefat ettiği zaman “hazır hatmin
var mı Yaşar Bey? Git merhumun evinde bir hatim duası oku derdi” diyor. Tekke
ve dergâhları kapatan kanun çıktığı zaman İsmet Paşa’ya “Konya Mevlevi
dergâhını hemen müze yapın” talimatını vereni taltif eden O’dur. Hayatta iken
14 defa Konya’ya gitmiş ve her seferinde Hz. Mevlana’yı ziyaret etmiştir. O’nun
Türk ruhuna en uygun ve en coşkun İslami yorumu yaptığına inanıyor ve
Mevlana’yı daima hürmetle yâd ediyordu. Mustafa Kemal’deki İnsana yapılan zulüm
tarihte emsalsiz denecek kadar insafsız ve merhametsiz olmuştur. Milletinin
büyüklüğüne inanmış, O’nu yeniden diriltecek zafer sırlarını çözmüş olan
Mustafa Kemal’deki o yüce ve eşsiz iradeli, mağlubiyet tanımayan insana dikkat
edip, O’nun şahsiyetini idrak edebildiğimiz, anlayabildiğimiz ölçüde yarınlar
bizim olacaktır.
KAYNAKLAR:
www.yenicaggazetesi.com.tr/agah-oktay-guner-24663y.htm