25 Aralık 2017 Pazartesi

“İLESAMLI” İLİM ADAMI, ŞAİR, YAZAR ve SANATÇILAR ANSİKLOPEDİSİ; Abdullah Çağrı ELGÜN

“İLESAMLI”
İLİM ADAMI, ŞAİR, YAZAR ve SANATÇILAR ANSİKLOPEDİSİ
Abdullah Çağrı ELGÜN
İLESAM’ın, “İlim Adamı, Şair, Yazar ve Sanatçılar Ansiklopedisi”, 18x24 boyutlarında ve 2cm sırt kalınlığında, Berkan Yayınevi tarafından basılıyor. Ansiklopedi 90 gramajlı sayfalardan oluşmuş olup, sağlam bir karton kapakla kaplanmış bulunuyor.
Tasarım, tertip ve düzenlenmesini İLESAM Başkanı Mehmet Nuri PARMAKSIZ’ın yaptığı, çoğunluğunu akademisyenlerin oluşturduğu, saygın bir Yayın Kurulu gözetiminde basılarak, okuyucusunun hizmetine sunuluyor.
KİTABA ELEŞTİRİ
Sayın Mehmet Nuri PARMAKSIZ, İLESAM’ın başkanı olarak diğerleri de yayın kurulunda olması sebebiyle bu ansiklopediyi baskıya hazırlıyorlar.
İLESAM Başkanı Mehmet Nuri PARMAKSIZ’ın da özellikle belirttiği Mayıs 2017 Ankara’da basılan İLESAMLI: İlim Adamı, Şair, Yazar ve Sanatçılar Ansiklopedisi baştan büyük çelişkiler ifade ediyor. Çelişkilerin sebebi nedir, denildiğinde:
Güzel Türkçemizin leziz, nefis ve pürüzsüz kelime dağarcığı dururken İngilizce (Editör, Editörler) sözlerini bile bile kullanmak İLESAM gibi millî bir kuruluşun başında bulunan ve bu komisyonda görev alan her birisini, bir üniversitede Öğretim Görevlisi, Akademisyen olarak yakından tanıdığım kişiler için büyük gaf, es geçme, duyarsızlık değilse Türk Diline, Türk Edebiyatına, Türk Edebiyat Tarihine bakış açılarının değişmesinin sebebini sormak gerekir?
“Yayıncı, Yayın Kurulu (Yayımcı, Yayım Kurulu)” demek bu kadar zor ki “ Editör, Editörler Kurulu” diyebilecek kadar  anlamsız (İngilizce-Türkçe) terkip uydurmaktadırlar?.. Bu, başkalaşma ve söyleyişler ne için yapılmaktadır? Yoksa maksat başka mıdır?..
Bir ömür boyu öğrencilerine, Türk dilini besleyen kaynakları anlat, uyduruk sözlere, uyduruk kelimelere ve uydurukçuluğa şimşek gibi çak; imlâ, noktalama ve yazım kuralları üzerine titre, hece katliamına karşı gövdeni ortaya koy, ömrünün en heyecanlı yıllarını bu millî konuları öğretmek için sebil et!.. Şimdi gel başında bulunduğun bir ansiklopedide yer alan uyduruk sözlere, imlâ, noktalama ve yazım yanlışlarına rıza göster!?..
İmlâda birlik millî güvenlikte, millî savunmadaki birlik gibidir. Türk imlâsı da her önüne gelenin değiştirebileceği bir yaz boz tahtası değildir. Dilde ve dilin kurallarında birlik olmaz ise bir müddet sonra tarihin tozlu raflarında kaybolup gideriz.
Türk Dili Türkçe de matematik, geometri, trigonometri, fizik ve kimya gibi kural, kaide ve kanunlara tabidir. Bu kuralları bir tarafa bırakırsanız geriye kuralsızlık, yani “HİÇ” kalır.
Atalarımızın meşhur sözü: “Ele verir halkımı, kendi yutar salkımı!..” görüşü buradaki uygulamayı ne güzel ifade etmiş… Bu ansiklopedideki imlâ, noktalama ve yazım kuralları uygulamaları ile doğru bir iş yapılmamış olduğu açık seçık görülüyor.
SÖZLERİMİZE DELİL TEŞKİL EDEN 
UYGULAMALAR:
1) s.2, son paragraf : (Fax.)                             
Doğrusu: Faks, Belgegeçer,
2) s.3, sunuş bölümü, ikinci paragraf :  (30 yılı)
Doğrusu: Otuz yılı 
(Sayıların Yazımı Kuralı: Bir, iki veya üç haneli sayılar kelimelerle(sözcüklerle), üçten fazla haneli sayılar rakamlarla yazılırlar.)
3) s.3, paragraf iki : (ilmi, edebi)
Doğrusu: İlmî, edebî
(Düzelteme İşareti Kuralı  (a) Maddesi: Düzeltme işareti birlik, mensubiyet ve aitlik bildirir.)
4) s..3, ikinci paragraf: (30 yılı aşkın süredir üyelerimizin telif haklarını korurken bir yandan da ilim ve edebiyat alanında yaptığımız çalışmalarla Türk kültür ve edebiyat tarihine hizmet etmeye çalışıyoruz. )
Doğrusu: Otuz yılı aşkın süredir üyelerimizin, telif haklarını korurken, bir yandan da ilim ve edebiyat alanında yaptığımız çalışmalarla, Türk Kültür ve Edebiyat Tarihine hizmet etmeye çalışıyoruz.
(İmlâ, Noktalama ve Yazım Kuralı, “Noktalama İşaretleri” Virgül: a) Bir nefeslik durakları gösterir. Özneden sonra kullanılır.
(Büyük Harflerin Kullanıldığı Yerler Maddesi c): Millet, dil, din, meshep, tarikat, soy, boy, oymak, aşiret, ırk bildiren kelimeler ve terkipler özel ad gibi düşünüldüğünden büyük harfle yazılırlar.) 
5) s.5, birinci paragraf: (valiliği’nin)
Doğrusu: Valiliğinin
Yazım Kuralı: Yapım ekleri ile oluşturulmuş özel ad ve özel ad gibi kullanılan sözcükler, büyük harfle yazılır ve yapım ekleri getirilmişse kesme işareti ile ayrılmazlar.
Örnek: Vali -Valilik; Türk- Türkçe-Türkçenin- Türkçü-Türkçülük-Türkçülükte; Osmanlı-Osmanlılık-Osmanlıcılıkta-Osmanlıcılıktan
6) s.5, ikinci paragraf: (mali, manevi, fikri, mimari, malı, manevi,…vb.)
Doğrusu: Malî, manevî, fikrî, mimarî, manevî…vb.
7) s.5, üçüncü paragraf: (mimari tasarım, endüstriyel tasarım)
Doğrusu: Mimarî Tasarım, Endüstriyel Tasarım
8) s.5 dördüncü paragraf: (hikaye, edebi tenkit,)
Doğrusu: Hikâye, edebî tenkit
9) s.5, sekizinci paragraf: (Temsilciler Kurulu’dur, Genel Kurulu’na)
Doğrusu: Temsilciler Kuruludur, Genel Kuruluna
10) s.5, dokuzuncu paragraf: (Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda)
Doğrusu: Fikir ve Sanat Eserleri Kanununda
11) s.6, on birinci, on ikinci paragrafları: (mali, meli)
Doğrusu: Malî
12) s.6, on üçüncü, on dördüncü paragrafları: ( bedii ve ilmi, mimarisi, mali)
Doğrusu: Bediî ve ilmî, mimarîsi, malî.
Doğrusu: (…Meslek Birliği tarafından yapılır; ancak, eser sahibi…)
(İmlâ, Noktalama ve Yazım Kuralları Noktalı Virgül Maddesi: Fakat, ama, ancak, çünkü, böyle, böylece…vb. gibi cümlelerden birinci cümlenin sonuna konur ve sonraki cümle küçük harfle başlar.)
14) beşinci paragraf: (idari)
Doğrusu: İdarî
15) s. 6, yedi, sekiz ve on birinci paragraflarda geçen: (Kurum, idari, mesleki, ticari)
Doğrusu: kurum, idarî, meslekî, ticarî
Sadece: “İLESAM HAKKINDA adı ile belirtilen iki sayfalık bir bölümdeki yazım esnasında yirmi dokuz (29), imlâ, noktalama ve yazım yanlışı yapmış, kamu yararına çalışan, ciddî bir kurumun çıkardığı bir eser hakkında  neler söylenemez?...
Yayın kurulu içinde ünü dilciliğinden gelen ve bir çok unvanlara sahip akademisyenleri de içinde barındırıyor ise bu meyveli ağaca kim taş atmaz?  Kimler ne demez?..
Adları var, kendileri yok bu “kurul”un bu eseri hiçbir şekilde gözden geçirmemiş olduğuna şüphe yok; lâkin bu kadar önemli ve içinde yaklaşık beş yüz elliye yakın (537) ilim adamı şair, yazar, araştırmacı…vb. sanatçıların hayat hikayesini anlatarak büyük bir hizmeti kendisine gaye edinmiş ciddî bir kuruluş olan İLESAM’ın, böyle bir boş vermişliğini kabul etmek, hiçbir akla sığmaz…
Oldukça kalabalık nüfusu olan ve elektronik çağın en hızlı döneminde basılmış bu ansiklopedide, bazı sanatçıların fotoğraflarının bulunamamış olması, mazeret kabul etmez. Bir kısım sanatçılar, bütün bir sayfanın sadece dörtte birine sıkıştırılmış… Bazılarına yarım sayfa ayrılırken, bazılarına tam sayfa, bazı İLESAMCA şanslı sanatçılara da talih kuşu vurmuş olmalı ki iki sayfa ve hatta, İLESAMCA bazı çifte şanslılara da tamı tamına üç sayfa hediye edilmiş?!..
İDDİAMIZA İSPAT EDEN ÖRNEK SAYFALAR:
Dörtte Bir Sayfalar: s.10; s.28 s.43; s. 57; s.274; s.291
Yarım Sayfalar: s.14: s. 26; s.44; s.128; s.
Tam Sayfalar: s.7; s. 21; s.61; s.140; s.141
Bir Buçuk Sayfa Olanlar: s.71-72; s.92-93; s. 98-99; s.102-104; s. 110-112; s.120-122;142
İki Sayfa Olanlar: s. 90-91; s.112-113; s.125-126­­; s.157-158
İki Buçuk Olanlar: s.118-119-120; s.169-170 ; s.192-193-194
Üç Sayfa Olanlar: s.170-171-172; s.196-197-198;240-241-242; s. 242-243-244; s.247-248-249; 364-365-366; s.399-400-401-402;  
ANSİKLOPEDİ’NİN İYİ YANLARI:
İLESAM’ın hayatta olan ve hayatta olmayan ebedîyete intikal etmiş beş yüz elliye (550) yakın şair, yazar, araştırmacı, ilim adamı…vb. sanatçılarını tek bir kitapta toplamayı başarmıştır. Bu hizmeti ile İLESAM, hata ve yanlışları ile birlikte öğünmekten, kıvanç ve gurur duyacağımız bir ansiklopediyi başarı ile ortaya çıkarmayı başarmıştır.
Türk Edebiyatı ve Türk Edebiyat Tarihi açısından kaynağı da ortaya sermiş, okuyucuları ve araştırmacıların hizmetine sunmuş bulunuyor. Bu açıdan bakıldığında eski Cönkler, Şuara Tezkireleri, Tahrir Defterleri, Çöğür, Üçleme, Kayabaşı olarak adlandırılan halk şiir ve türkülerimizi  yazanları bir araya getirerek büyük bir hizmet yapmıştır.
Her yapılan şeyin iyisi de kötüsü de yanlışı ve doğrusu, güzeli de çirkini de olacaktır; fakat bunları akıl edip yapabilmek, bir plan dahilinde, okuyucuların istifadesine ve faydalanmasına sunabilmek de bir maharettir…
Türk Edebiyatına, Türk Edebiyat Tarihine bir eser kazandırmak ve milletin Dil, Edebiyat ve Edebiyat T:arihî  hazinesini zenginleştirmek ve bu hazinenin: altın, gümüş ve incilerini çoğaltmak, inkar götürmez ve küçümsenemeyecek kadar büyük bir hizmettir…
İLESAM bu kapsamlı eserden önce de şiir, hikâye, roman ve senaryo dalında yarışmalar düzenlemiş ve eserlerin basımına da kaynaklık etmişti. 
Bu ansiklopedinin baskı, dizgi, tasnif ve düzeltmelerinde emeği geçenleri kutluyorum. Daha iyi ve daha güzellerini yapabileceklerine gönülden inanıyorum. Bu vesile ile İLESAM yönetici ve mensuplarına teşekkür ve takdirlerimi iletiyorum.
KAYNAKLAR:
1)      İLESAMLI (İlim Adamı, Şair,Yazar ve Sanatçılar Ansiklopedisi: Berkin Yayınevi, Mayıs, 2017; Ankara
2)      Türk Dili, Abdullah Çağrı ELGÜN, Geçit Yayınları, 1999,Kayseri
3)      Kızl Elma (kurganın Sırrı), “Kubilay ÖZ” Akçağ Yayınları;2013, Ankara

7 Haziran 2017 Çarşamba

KERKÜK’TE “TÜRK KİMLİĞİ” YOK SAYILAMAZ(Özel) İsmail CİNGÖZ

KERKÜK’TE “TÜRK KİMLİĞİ” YOK SAYILAMAZ(Özel)
 İsmail CİNGÖZ
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı, BAŞKON Yurtdışı Türkler ve Göçmenler Platformu Başkanı, BULTÜRK Derneği Ankara Temsilcisi, İsmail Cingöz, Kerkük’te Türk hakları ile ilgili Eurasia Diary haber portalına konuştu. Cingöz, “Türkiye’nin karar alıcı mekanizmaları genelde Irak ve Suriye’de, özelde Kerkük’te Türk haklarını korumaya en sert kararlılıkla devam etmelidir. Zira bu hassas husus referandum öncesi iç politikalar arasında kargaşaya gelemeyecek kadar hassas ve önemlidir.” dedi.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi lideri Mesud Barzani''nin atadığı Kerkük Valisi Necmeddin Kerim'in Mart 2017’de kamu kurumlarına “Kürt Bayrağı Çekilmesi” talimatı bölgede zaten var olan gerilimin daha da yükselmesine sebep olmuştur.
Irak Anayasasının 140. Maddesine göre zaten tartışmalı olan bölgede yaşayan Kürtler dışındaki Türkler ve Araplar karara sert tepki göstermiştir. Irak Türkmen Cephesi Genel Başkanı Erşat Salihi; “…Valinin kararı Kerkük'te fiilen tehlikeli bir duruma gidildiğini gösteriyor. Bizim de mücadele etmemiz gerekiyor. Valilik Kürdistan bayrağı astırınca biz de caddelere, evlere Türkmen bayrağı asmaya başladık. Bize dokunana biz de kesinlikle dokunacağız…” (Hürriyet Haber, 2017) şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. Türklerin haklı mücadelesi, Kürt yönetiminin yanlış kararları önümüzdeki sürecin tehlikeli boyutlara tırmanma tehlikesi ihtiva etmektedir.
Türkiye Başbakanı Binali Yıldırım da “...Türkmen yurdu Kerkük hakkında alınan bu kararı doğru bulmuyoruz, düzeltilmesi gerekir. Gerekirse Birleşmiş Milletler devreye girebilir …” (NTV, 2017) şeklinde açıklamada bulunmuştur. Binlerce yıldır Türk yurdu Kerkük yavaş yavaş Kürtleşmekte, Türkler kendi öz vatanlarında ya azınlık muamelesine razı olmaya, ya da göç etmeye zorlanmaktadır.
Peki, tarih yok sayılan Kerkük Türkleri ve Türklük için ne yazmaktadır?
Kerkük’te Türk Tarihi
Tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapan Irak coğrafyası M.Ö. 5000 yıllarında Sümerlerden itibaren; Akadlar, Asurlular ve Babilliler idaresinde kalmıştır. M.Ö. 1171 yılında Romalılara geçen bölge (Öz, 2014: 6), 637 yılında İslam dünyasına dâhil olmuştur (Ertuğrul, 2014: 11). Nüfusun ağırlıklı çoğunluğunu Araplardan oluşuyor olsa da gerek etnik, gerekse dini yapı olarak homojen değildir (Tandoğan, 2013: 15). Başta Arap, Türk ve Kürtler olmak üzere birçok etnik unsuru da barındıran bölge adeta Ortadoğu’nun minyatürü gibidir.
Daha önceki dönemlerde Orta Asya’dan bazı Türk gruplarının bölgeye yerleşmeye başladığı bilinmektedir. Düzenli olarak yerleşmeler İslam’ın kabulünden sonra başlamıştır. En büyük Türk göçü 1055 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey döneminde yaşanmış olmakla birlikte (Öz, 2014: 6), 11. yüzyıldan itibaren Türk göçleri yoğun yaşanmıştır. Bu göçlerin doğal bir sonucu olarak 1040 yılında Selçuklularla (Turan, 2002: 598) idare de Türklere geçmiştir.
Abbasiler döneminde Türk askerlerinin savaşçı özelliklerini kaybetmemeleri için Orta Asya’dan getirilen Türk kızları sayesinde başka milletlerle karışmaları önlenmiştir (Öz, 2014: 7).
Yavuz Sultan Selim’in 23 Ağustos 1514 Çaldıran zaferinden sonra 1515 yılında Kuzey Irak’ı da fethetmesi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Safevi hâkimiyetini sonlandırarak Bağdat’ı tekrar Türk yönetimine kazandırması ile başlayan Türk idaresi, 1918 yılına kadar genel manada huzur ve istikrar hâkim olarak yaşanmıştır.
Osmanlı idaresinde hiyerarşik olarak eyalet (vilayet), sancak (mutasarrıflık), kaza, nahiye ve köy şeklinde idari düzen uygulanmıştır (Davulcu, 2007: 38-39). Fakat vilayet yapılandırması planlanırken etnik ve dini unsurların yoğunlaştıkları bölgelere dikkat edildiği (Ertuğrul, 2014: 11) görülmektedir.
Duyun-i Umumiye müfettişi olarak 1890’lı yıllarda bölgede bulunan Fransız Vital Cuinet’in “Le Turquie i D’Asia” isimli eserinde 30.000 olan Kerkük nüfusunun 28.000’ni Türklerin oluşturduğunu belirtmektedir. Mondros sonrası İngiliz işgalinde Erbil valisi olan William Rupert Hay bölge hakkında yazdığı kitabında; “Türkmenlerin ana merkezi Kerkük’ün Savaş öncesi 30.000 Türkmen nüfusa sahip olduğu, civar köylerde de Türkçe konuşulduğunu” yazmıştır (Öz, 2014: 10-11).
Türk nüfusu Irak’ın genel olarak kuzey bölgelerinde yaşamaktadır. Irak’ın  “1921, 1926, 1947, 1957, 1965, 1969, 1977, 1987 ve 1997 yılları” nüfus sayımlarına göre; % 63 Arap, % 18 Kürt, % 16 Türkmen ve % 3 Hıristiyan (Diğer Azınlıklar), şeklinde dağılım oranı görülmektedir. Irak Planlama Bakanlığı 2000 yılı nüfusunu 20 milyon olarak açıklamıştır. Bu rakamın doğru olduğu kabul edilecek olursa, Irak Türkmen nüfusunun 3.200.000 civarında ve nüfusun %15’ine denk geldiği değerlendirilebilir. Bu verilere göre Türk nüfusunun Irak’ın üçüncü büyük etnik unsuru olduğu da bir gerçektir (Öz, 2014: 11-12).
Musul Vilayeti’nin Türk İdaresinden Kopartılması
3 Kasım 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’nın sağladığı azınlık haklarını olumsuz manada kullanan Hıristiyan kesimin çıkartmış olduğu karışıklıklar ve Avrupalıların azınlıkları kışkırtmalarından (Ayrancı, 2006: 13) etkilenen Araplarda da milliyetçilik fikirlerini yükselişe geçirmiştir. Yaşananları fırsata çevirmeye çalışan Fransa ve İngiltere (Aslan, 2008: 7) Ortadoğu azınlıkları üzerinde nüfuz sağlama çalışmaları yaparken bir taraftan da azınlıkları birbirine karşı kışkırtmaya ve günümüze kadar devam eden düşmanlık tohumları atmaya başlamışlardır.
Yaşanan olumsuzlukları önlemeye çalışan 2. Abdülhamit’in Pan-İslamist propagandaları ve Müslüman tebaanın devlete sadakatlerini artırma çalışmaları başarısız olurken, yabancı okullar ile ayrılıkçı Arap cemiyetlerinin çalışmaları ise hedeflerine ulaşmayı başarmıştır (Sağlam, 2006: 2/3). XVIII yüzyıldan itibaren sömürge mücadelesi ile dünyadan daha fazla pay kapma yarışına giren büyük Avrupa devletlerine iyice zayıflamış olan Osmanlı Devleti’ni paylaşabilmeleri için aradıkları fırsat Birinci Dünya Savaşı ile gelmiştir.
Osmanlı Devleti ilk zamanlarda tarafsızlığını ilan etmişse de Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olmak durumunda kalmış ve yaşanan gelişmeler, Osmanlı Devleti’ni Almanya’nın ve Avusturya-Macaristan’ın yanında savaşa dâhil olmak zorunda bırakmıştır. Savaş Avrupa devletleri arasında yaşanırken, ağırlıkla Osmanlı topraklarında devam etmiştir. Savaş sonrasında mağlup devletlerin nasıl paylaşılacağı üzerine bir dizi planlar yapan büyük devletler gizli anlaşmalar yapmışlardır.
Bu planlara en iyi örnek olan 16 Mayıs 1916 Sykes-Picot Antlaşması ve 2 Kasım 1917 Balfour Deklarasyonu ile Fransa, İngiltere ve Rusya (Kürkçüoğlu, 1982: 101-102), Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağını içeren ve “gizlilik kaydı olan” paylaşım mutabakatları yapmışlardır. Adana, Mersin, Antep, Urfa, Maraş, Musul, Suriye ve Lübnan’ı Fransızlara; Basra Körfezi’nden Musul’a kadar Irak ve Ürdün’ü İngilizlere’ye (Akbıyık, 1990: 48; Aslan, 2008: 9), İstanbul ve Kuzey Anadolu’nun Ruslara bırakılması planlarına (Taş, 2012: 12) Filistin topraklarının Yahudilere vatan olarak verilmesi de dâhil edilmiştir (Kürkçüoğlu, 1982: 221). İngilizlerin Şerif Hüseyin’e Arap Krallığı sözü vermelerinden 6 ay sonra imzalanan bu anlaşmalar (Çetin ve Çağ, 2015: 50) ile Ortadoğu petrollerine göz diken emperyalist Batı, bu toprakların Osmanlı Devleti’nden kopartılarak kendi kontrollerine geçirebilmek için, Savaş devam ederken bir taraftan da Arap milliyetçiliğini körüklemiş (Akdemir, 2000). Şerif Hüseyin bölgenin Osmanlı Devleti’nden kopartabilmesi için kullanılmıştır.
İngilizlerin teşvikiyle 27 Haziran 1916’da isyan hareketi başlatan Şerif Hüseyin’e (Cemal Paşa, 2012: 37) İngilizlerin tüm gayretlerine rağmen ilk etapta beklendiği kadar katılım olmamış, isyan Hicaz bölgesi ile sınırlı kalmıştır. Fakat Cemal Paşa’nın Arap aydınları ve ileri gelenlerinden 11 kişiyi 21 Ağustos 1915’de Şam’da, 21 kişiyi 6 Mayıs 1916’da Şam ve Beyrut’ta idam ettirmesi Arapların Osmanlıya olan bağlılıklarının sarsılmasına sebebiyet vermiştir (Artuç, 2008: 301-312; Aslan, 2008: 9-24). Cemal Paşa’nın hukuken haklı olarak uyguladığı bu idamlar, siyaseten Osmanlı hâkimiyetinin aleyhine olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin yenilgiyi kabul ederek 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imzalayarak Birinci Dünya Savaşı’ndan çekildiği zamana kadar Musul haricinde (Kürkçüoğlu, 1982: 240) bütün Arap toprakları İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilmiştir (Kılınçkaya, 2008: 110). Mütareke imzalandığında Türklerin elinde bulunan Musul Vilayeti, antlaşmanın meşhur 7. Maddesi kapsamında 15 Kasım 1918’de İngilizler tarafından işgal edilmiştir.
Mondros Mütarekesi kapsamında Osmanlı topraklarında işgaller devam ederken, Son Osmanlı Mebussan Meclisi 28 Ocak 1920 tarihli Misak-ı Millî kararı ile Mütareke’nin imzalandığı tarih itibariyle işgale uğramamış bölgelerin vatandan ayrılamayacağını milli bir ilke olarak kabul edilmiştir (Soysal, 2000: 15).
Yaşanan işgale karşı Mustafa Kemal önderliğinde başlatılan Milli Mücadele devam ederken Osmanlı Devleti Damat Ferit Hükümetince 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasına göre; Adana Türkiye’ye verilmiş, Mardin, Urfa, Antep, Osmaniye ve İskenderun Suriye’ye bırakılmıştır. Fakat bu antlaşmayı tanımayan Ankara Hükümetince; Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Musul, Hatay ve İskenderun işgal edilmemiş olduğu için Misak-ı Milli sınırlarına dâhil olduğu kabul edilmiştir. Misak-ı Milli Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ve Lozan Görüşmelerinde büyük bir ideal olarak görülmüş (Demir, 2011: 693-697) ve dış politikasının ana eksenini oluşturmuştur (Sarınay, 2001: 25).
Türkiye Cumhuriyeti parlak bir zaferle Milli Mücadeleyi kazanmış olmasına rağmen Misak-ı Milli sınırlarına dâhil olan Musul ve Hatay’ı o günün şartları nedeniyle kurtaramamıştır. Milli Mücadele 9 Eylül 1922’de askeri açıdan, 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile siyasi açıdan başarılı bir şekilde sonuçlanmıştır. Fakat 1921 Ankara Antlaşması kapsamında Hatay Fransız Suriye Manda yönetimine kalacak şekilde güney sınırı belirlenerek, Irak sınırı haricinde Türkiye’nin sınırları uluslararası arenada tanınmıştır.
Lozan Antlaşması imzalandığı sırada Musul İngiliz işgali altında bulunuyordu. İngiltere’nin Musul’un Türkiye’ye verilmesine karşı çıktığı için “Musul Sorunu” denilen husus ortaya çıkmıştır. Antlaşmanın 3. Maddesi ile sorunun 9 ay içerisinde çözülememesi halinde Milletler Cemiyeti Konseyine götürülmesi öngörülmüştür (Soysal, 2000: 81).

19 Mayıs-5 Haziran 1924’de İstanbul’da yapılan görüşmelerden sonuç elde edilememiştir. Milletler Cemiyeti Konseyi içerisinde bir dizi görüşmeler sonrası 5 Haziran 1926 Ankara Antlaşması ile Türkiye Musul’dan vazgeçmek durumunda kalmıştır. Fakat unutulmamalıdır ki Komisyon çalışmalarını sürdürürken ve Lozan Antlaşması ile barış imzalanmış olduğu halde İngiltere kuzeye doğru Türk topraklarını işgale devam ettiği, kanlı olaylar yaşanmış (Soysal, 2000: 312-325) olduğu kamuoyu tarafından halen bilinmemektedir.
Hiç kuşkusuz Türkiye’yi bu antlaşmayı imzalamaya ve Musul’dan vazgeçmeye iten en büyük sebep 13 Şubat-31 Mart 1925 arasında yaşanan Şeyh Sait isyanının olduğu unutulmamalıdır.
SONUÇ
Kerkük ve dolayısı ile Musul vilayeti İngilizler tarafından Mondros Mütarekesi sonrası işgal edilmiştir. Kuşkusuz işgalin en büyük sebebi petrol yataklarıdır. Kerkük’te Türk nüfusunu yok saymak bir vahşettir, aymazlıktır. Çünkü Sümerlerden itibaren 5.000 yıldır Türk Milletinin bölgede var olduğu, neredeyse son 1.000 yıldır kesintisiz Türk yönetiminde olan Kerkük’te resmi dairelere Kürt bayrağı asılması iki toplumu karşı karşıya getirmek için planlanmış bir tezgâh olduğu unutulmamalıdır.
Türkiye’nin bir fiziki, bir de stratejik güvenlik hattı olan sınırları vardır. Hiç kuşkusuz Türkiye’nin güney sınırlarının güvenliği Suriye-Irak hattı içerisinde Türk nüfusunun var olduğu stratejik derinlik hattından başlamaktadır. O nedenle Türkiye öncelikle başta o hat üzerinde var olan Türk nüfusunun güvenliğini sağlamalıdır. Ki o sayede güney sınırlarımız güvende olabilsin.
Türkiye’nin karar alıcı mekanizmaları genelde Irak ve Suriye’de, özelde Kerkük’te Türk haklarını korumaya en sert kararlılıkla devam etmelidir. Zira bu hassas husus referandum öncesi iç politikalar arasında kargaşaya gelemeyecek kadar hassas ve önemlidir.
Türkiye imparatorluk geleneğinden gelen bir devlet olması nedeniyle başta Osmanlı bakiyesi topraklarda kurulan devletler olmak üzere Türk-İslam dünyasının sorunlarına kayıtsız kalamamaktadır, kalma şansı da yoktur. Dış ilişkilerinde genellikle bu eksende duygusal davranabilmektedir fakat bu duygusallık ülke güvenliği ile çakışması durumda reel politik planları da olmalıdır.
Son cümle: Kerkük Türk’tür, Türk Kalacaktır. Kalması için yapılması gereken her şey yapılmalıdır.



KAYNAKLAR
1.      AKBIYIK, Yaşar, (1990) Milli Mücadelede Güney Cephesi: Maraş, Kültür Bakanlığı Yayınları/1157, Sevinç Matbaası Ankara.
2.      AKDEMİR, Salih, (2000) “Suriye’deki Etnik ve Dini Yapının Siyasi Yapının Oluşmasındaki Rolü”, 21.yy Türkiye Enstitüsü, Avrasya Dosyası, C. 6, S. 1, ss. 201-237, http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/201-237%20 salih. PDF, (Erişim Tarihi: 07.04.2015).
3.      ARTUÇ, Nevzat, (2008) Cemal Paşa: Askeri Hayatı, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi, S.237, Merkez Repo Basım Yayın Ltd.Şti., Ankara.
4.      ASLAN, Cevdet, (2008) Beşar Esad Dönemi Türkiye-Suriye İlişkileri, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya.
5.      AYRANCI, Zişan Şirin, (2006) Türkiye-Suriye İlişkileri, Anadolu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir.
6.      CEMAL PAŞA, (2012) Hatırat (1913-1922), Dün Bugün Yarın Yayınları, 2. Baskı, Yayına Hazırlayan, Ahmet Zeki İzgöer, Ed. Ersan Güngör, İstanbul.
7.      ÇETİN, Altan, ÇAĞ, Galip, (2015) Uluslararası İlişkiler ve Tarih Geçmişi Düşünerek Geleceğe Bakmak, Lotus Yayınevi, İstanbul.
8.      DAVULCU, Mehmet, (2007) Faysal Döneminde Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1920), Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
9.      DEMİR, Şerif, (2011) “Dünden Bugüne Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu Politikası”, TurkishStudies-International PeriodicalForTheLanguages, Literatureand History of TurkishorTurkic Volume 6/3 Summer 2011, p. 691-713 TURKEY, http://scholar.googleusercontent.com/scholar?q=cache:9S9Gf-QYNyEJ: scholar.  (Erişim Tarihi: 02.04.2015).
10.  ERTUĞRUL, Ebubekir, (2014) Suriye Kürtleri ve Demokratik Birlik Partisi (PYD), Ufuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
11.  Hürriyet Haber, (2017) Kerkük'te Bayrak Krizi... 'Bize Dokunana Biz De Kesinlikle Dokunacağız', 21 Mart 2017, http://www.hurriyet.com.tr/kerkukte-bayrak-krizi-bize-dokunana-biz-de-kesinlikle-dokunacagiz-40402150, (ErişimTarihi:01.04.2017).
12.  KILINÇKAYA, M. Derviş, (2008) Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Suriye, Atatürk Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Presmat Matbaa Gazete Reklam Ltd. Şti., 2. Baskı, Ankara.
13.  KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, (1982) Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketleri (1908-1918), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 512, AÜ., S.B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Basımevi, Ankara.
14.  NTV Haber, (2017) Başbakan Yıldırım'dan Kerkük'teki Bayrak Krizine İlişkin Açıklama, 1 Nisan 2017, http://www.ntv.com.tr/turkiye/basbakan-yildirimdankerkukteki-bayrak-krizine-iliskin-aciklama,HF57WvhQgUyQJsfDCgV4zQ, (Erişim Tarihi:01.04.2017).
15.  ÖZ, Enes, (2014) 14 Temmuz 1959 Kerkük Katliamı ve Katliamın Türk Kamuoyundaki Yansımaları, TC., Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Anabilim Dalı, Tarih Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri.
16.  SAĞLAM, Zafer, (2006) Jeopolitik, Jeoekonomik ve Jeostratejik Konumları İtibariyle Türkiye-Suriye İlişkilerinin İncelenmesi, Genel Kurmay Başkanlığı, Harp Akademileri Komutanlığı, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
17.  SARINAY, Yusuf, (2001) “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası ve Hatay”, Anavatana Katılışının 60. Yıldönümünde Hatay, Yayına Hazırlayan, Berna Türkdoğan, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, ss.23-39, Ankara.
18.  SOYSAL, İsmail, (2000) Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, I. Cilt (1920-1945), 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
19.  TANDOĞAN, Ali, (2013) Arap Baharı Sürecinde Mısır, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
20.  TAŞ, Ramazan, (2012) “Ekonomik Analiz”, Ortadoğu Raporu, Turgut Özal Üniversitesi Yayınları, ss.9-35, Afşar Matbaacılık, Ankara.

21.  TURAN, Ömer, (2002) “XX. Yüzyılda Türk Toplulukları, Türkler”, Türk Toplulukları, C. 20, ss. 564-614 [p.331-360], Yeni Türkiye Yayınları, Ankara.

19 Nisan 2017 Çarşamba

MEHMET ÂKİF’İN ÖNDERLİĞİ 12 Mart ..., Abdullah Çağrı ELGÜN

MEHMET ÂKİF’İN ÖNDERLİĞİ
12 Mart ..., Abdullah Çağrı ELGÜN

27 Aralık büyük şairimiz fikir adamımız Mehmet Âkif’in ölüm yıl dönümüdür. O en büyük aşkla sevdiği, ermek için, vuslat için, tutuştuğu Rab’bi, Âkif’e dünyada en sevdiği varlıkların, vatanının ve milletinin, felaketten felakete sürüklenişini göstermiş, İslâm anlayışına göre onu böyle  denemiştir. Çöküşten önceki iç ve dış buhranları, felâketleri birer birer yaşarken, Âkif gibi, o kara günleri,adeta bir seyir defteri tutarcasına yazan, başka bir şairimiz yoktur.
O’nun yaşadığı günler, her Türk için tekrar tekrar okunması, anlaşılması, hatırlanması gereken bir ibret levhası, onun o günlerdeki fikirleri, bugün yolumuzu ve geleceğimizi aydınlatan bir ışık bir güneştir. 
Âkif’in derdi büyüktür; çünkü Âkif milliyetçidir. Vatanperverdir. Her milliyetçi gibi tehlikeleri önceden görmüş, teşhisi en erkenden koymuş; fakat bu sebeple yalnız kalmıştır.
“Ey millet cehline kurban gidiyorsun!.” derken bu mısraı herkesten önce değil de felâketler tepemize indiği zamanlar, herkesle birlikte söylese idi yanlılıktan, aşırılıktan kurtulur, rahat ederdi. Âkif susup oturmak bir yana tutmuş kafasındakini gönlündekini söylemekle kalmamış, tehlikeyi görmeyenleri tehlike ve hassasiyetlere kendi hassasiyetlerini göstermeyenleri, yakasından tutup sarsarak uyandırmak için büyük çaba harcamıştır.
“Duygusuz kalmak kadar dünyada, lâkin dert yok!
Öyle salgınmış ki mel’un, kurtulan bir fert yok!
Kendi sağlam, hissi ölmüş, ruhu sönmüş milletin,
İşte en korkuncu hüsranın, helâkın, heybetin…”
Nihayet, beklerken felaketler, birbiri ardından ve birbirinden  büyük olarak gelir. Vatan parçaları bir bir elden çıkarken Âkif yine:
“İlâhî son masumun bu topraklardı son yurdu” seslenişiyle haykırırken, bugün: “Son bağımsız Türk devleti!” diyenlere, bazı ağızların yönettiği karalamalara o günden hazırdı…
Nihayet Birinci Cihan Harbi kopar kopmaz Türk yine Türklüğünü ispatlar…
“Asım’ın n eşli diyordun ya nesilmiş gerçek.
İşte, çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek!..” Ogünlerde binlerce binlerce, on binler, yüzbinlerce şehitlere rağmen, ufuk yine karanlık, istikbal yine felâketlerle dolu görünmektedir; ama MehemetÂkif’in ne gönlü ne aklı ne mantığı bunca şehide sahip, bunca bağrı harap olmuş, yangınlarla  dağlanmış bir davanın yerde kalacağını kabul etmemektedir.
“Hiç bunca şehidin gövdesi yatarken yerde,
Derya gibi kan, sine-i hilkatte titrer de,
Yakmaz mı bu tufan, bu duman, git gide arşı?
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet, buna karşı?..”
Âkif artık düşüncelerinde de, hislerinde de tecrübelidir ve tahminlerini bu tecrübe üzerine kurmaktadır. Bu başından geçen ilk felâket değildir. O artık felâketlerin zulmetin sonunda mutlaka aydınlığa çıkılacağından emindir. Olmasaydı,daha önce yaptığı gibi, şimdi de yarı isyan yarı gözyaşı içerisinde bu mısraları söyleyebilir miydi?
“Yarab, bu ne hüsran, İlâhî bu ne zillet?
Mazlumu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
Zalimleri adlin hani, öldürmedi hâlâ?
Cani geziyor dipdiri, can vermede masum!
Suç başkasınındır da niçin, başkası mahkûm?..”
Dizeleri hüsranda zillet de çok sönmemiş, millet ordusuyla eliyle, mütareke denilen  o“kara leke”yi söküp atmış ve Âkif övünerek, güvenerek büyük bir azim ve kararlılıkla şu şiiri haykırmıştır:
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!”
Mütareke ve manda fikrine şiddetle karşı çıkıyordu...Türkler’in yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları, müsbet bir hakikattir. “Türkler istiklâlsiz yaşayamaz.”Evet, söz Mehmet Âkif’indir!O, Türk varlığını Türkoloji ilminin ortaya koyduğu şekilde, İslâm öncesini de içine alan yedi bin yıllık geçmişi ile kabul edebiliyordu.
Anadolu’da Yunan işgali ve ilk direnişler başlar başlamaz, arkadaşı Eşref Edib’e:“ Haydi hazırlan! Gidiyoruz.!” Demişti Eşref Edib: “Nereye?” sorunca: “Top ve tüfeğin patladığı yere…Artık burada duramıyorum”. Cevabını veriyordu.  Ertesi gün Balıkesir’e giderek Zağanos Paşa Cami kürsüsünde, içeriyi dışarıyı dolduran kalabalığa, Millî Mücadele istikametinde vaaz etmişti. Ali ÇETİNKAYA’nin Ayvalık’ta düşmana ilk direnişi organize etmesi ve halkın galeyan halindeki millî duyguları Âkif’i mest etmiş, ümidini artırmıştı. Bu ilk gidişten sonra, tekrar İstanbul’a döndü. İstanbul’da DarülHikmeBaşkatibi idi. Azlettiler. Herkesin bin bir tereddüt içinde bulunduğu bir mühitte o çoktan kararını vermiş, yerini seçmişti.
İstanbul’un Anadolu ile alâkası kesilince, Anadolu’dan gelen mektubu yerine ulaştırma görevi Akif’indi…Türkler’i yok etmek için başlayan hareketler aleyhinde yazılmış eserleri ve yazıları bastırma ve dağıtma işi, bir din ve vatan borcu idi. İşaret alır almaz da Ankara’nın yolunu tutmuştu. Şubat 1920’de, yani Ankara’da henüz ordu kurulmamışken, Kuvâ-yı Milliye devrinde o Ankara’da idi. İlk Büyük Millet Meclisi’ne Burdur Millet Vekili olarak girdi. Sözleri, şiiri, yazıları dalga dalga vatanın her bucağında; asker, sivil bütün Türkler’in dilinde kulağında idi.
Ya ölmek ya istiklâl sahibi olarak yaşamak hususundaki karar ve kanaati kesindi. Zaferden asla şüpheye düşmedi.
“Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl!” diye haykırdı. Milleti:“Bu hürriyet bu hak bizden bu gün âheng i sây ister.”Diyerek, hürriyet ve istiklâlin bedelini ödemeye çağırdı. O bedel: kan, göz yaşı, alınteri, bilgi ve aşk olarak ödendi. Irkımız ve bayrağımız
izmihlâlden kurtuldu. Şimdi rahatlıkla söylenebilir ki Mehmet Âkif, esas itibariyle fikir ve siyaset olarak, hareket adamıdır. His ve fiilen milliyetçidir. Türk milliyetrçiliği onda, halka doğru İslâmlaşmak, Türkçenin edebiyat dili olarak güzelleşmesi, aktif ahlâk, bünye ile barışık olarak asrileşmek, Monarşiye kaçmayan disiplinli bir hürriyetçilik, olarak beslendi ve takviye güç kazandı.
Bugün onun eseri Safahat, Türk edebiyatının köşe taşlarından biri ve en çok okunan kitabıdır. Bu kitap Türk varlık ve istiklâlinin, muhafazası ve müdafası için, Türk milletinin Müslüman seciyesi için, Türk dilinin yaşaması için en müstahkem, en yakılmaz bir manevî seddidir. Bu sebeple de Türk milliyet ve tefekkürünün ana kitaplarından biridir. Safahat ve İstiklâl Marşı ile donatılmış bir millet, öğretmeni olarak yaşayan Mehmet Âkif, Türk milletinin millî kuvvetine dair, her an seferber ve hazır bir kuvvettir.
Bir millet de ancak öyle kuvvetleri ve manevî siperleri ve sedleri ile ayakta durabilir.

Şiir olarak şaheser, ezelden beri hür yaşamış, ebede kadar da hür yaşama hakkına en lâyık gördüğüm asil milletimin, duygu, düşünce ve temellerini en iyi dile getiren,İstiklâl Marşımızın kabul yıl dönümünü kutluyorum. 27 Aralık 1936’da vefat eden büyük şairimiz ve fikir adamımız Mehmet ÂkifERSOY’u ölüm yıl dönümünde, bir defa daha rahmet ve minnetle anıyor, Allah bize böyle kara günleri bir daha tekrar göstermesin diyorum.

25 Mart 2017 Cumartesi

ATİLA KAYA

MHP'den istifa eden Genel Başkan Yardımcısı Atila KAYA'dan Erdoğan'a açık mektup

SAYIN CUMHURBAŞKANI;
İkimiz de biliyoruz ki, ne sizin duymak istediğiniz ne de benim söylemek istediğim hitap budur.
Sizin bir parti sözcüsü gibi meydanlarda dilendiğiniz “Devlet Başkanı” hitabıdır; benim gönlümden geçen ise, bağımsız Türk yargısının karşısına çıktığınız gün, onurlu bir Türk savcısının dudaklarından dökülecek olandır.
Merak buyurmayınız; bulunduğunuz makamda halen AKP Genel Başkanı’ymış gibi davranmanıza dair söyleyecek sözüm yok. Zira, üzerine aldığı görevi “tarafsızlıkla” yerine getirmek için namusu ve şerefi üzerine ettiği yemini zevkle çiğneyebilecek tıynette bir insana etki edecek kudrette bir söz yok.
Öte yandan; ‘Tarafsızlık’ı bir kavram olarak algılamanızı beklemek de -entelektüel düzeyiniz göz önünde bulundurulduğunda- size haksızlık olacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanı;
Başkanlık hırsını bir zırh gibi üzerine geçirmiş psikolojinizin size söylettiği garip sözler ve yaptırdığı garip işler vardır.
Nedamet getirip bunlardan kurtulmayı dilerseniz, sarayınızda Saraçoğlu’dan farklı uzmanları danışman olarak istihdam etmenizi tavsiye ederim.
Zira sağlığınızı tehdit eden haller, otlarla şifa bulacağınız türden değildir.
Bu kabilden bir hâl “Türk Tipi Başkanlık” lakırdısını dilinize pelesenk edişinizdir.
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Sizin neyiniz “Türk tipi” ki, başkanlığınız da “Türk tipi” olsun!
Ne oldu ki; bırakın sahiplenmeyi hatta söylemeyi- “Türk” sözünü duymaya bile tahammülü olmayan, Anayasa’dan “Türklüğü” çıkartmayı siyasi gayretlerinin baş hedefi gören siz, “Türk Tipi” bir yönetim modelinden bahseder oldunuz? Kalkmış, “bizim tarihimizde, genlerimizde, geleneğimizde başkanlık sistemi var” diyorsunuz. Siz değil miydiniz; Türk Milleti’ni 36 etnik parçaya bölen. Şimdi, hangisinin tarihinden, geleneğinden bahsediyorsunuz?
“Tarih”, “gelenek” yetmezmiş gibi bir de ırkçı duyguları okşamak için genlerden söz ediyorsunuz. Siz değil miydiniz onları ayakları altına alan.
Biz sizi tanıyoruz. Siz, elinizden gelse, adında “Türk” geçiyor diye “türkü” bile söyletmezsiniz.
Ama adadaki dostunuz ciddiye alırsa alınabilir, dikkat.Sayın Cumhurbaşkanı;“Bizim tarihimizde esas olan budur” dediniz ya… Hani, söyleseniz de bilsek: sizin tarihiniz hangisidir? Hangi milletin tarihidir?
Türk tarihinde de, bu tarihin belli bir döneminden itibaren iman ettiğimiz Kur’an’da da esas, yönetimin şekli değil dayandığı ilkeler olmuştur. Bu ilkelerin uygulamaları da –ne yazık ki- sizin eylemlerinizle örtüştürebileceğimiz türden değildir.
Mesela, siz; Mete Han’ın, Attila’nın, Bilge Kağan’ın Türk Milleti’ni 36 etnik ve mezhebi parçaya ayırıp bunlardan bir kısmını aşağılayabileceğini düşünebilir misiniz? Mesela, siz; Sultan Alparslan’ın devleti 10 yıl gerçek Haşhaşîlere teslim edebileceğini, “ne istediler de vermedim” diyebileceğini, sonra da “saflığımdan yararlandılar” diye bir savunma geliştirebileceğini düşünebilir misiniz? Mesela, siz; Kılıçarslan’ın Haçlı Seferleri Projesi’nin eşbaşkanı olabileceğini, “kahraman haçlı askerlerin evlerine dönebilmeleri için dua ediyorum” diyebileceğini düşünebilir misiniz? Mesela, siz; Fatih’in “dindar ve kindar nesil” yetiştirmeyi hedefleyebileceğini düşünebilir misiniz? Mesela, siz; Yavuz’un “yargının vatana ihanetten başka derdi yok” diyebileceğini, Kanunî’nin yasalarla yap-boz oynayabileceğini düşünebilir misiniz? Mesela, siz; Abdülhamid’in “ben ülkemi pazarlamakla mükellefim” diyebileceğini düşünebilir misiniz? Mesela, siz; Atatürk’ün Anzavur için veya Şeyh Said için “yani ne istendi de 12 yıllık Başbakanlığım döneminde verilmedi” diyebileceğini düşünebilir misiniz? Mesela, siz; İranlı dolandırıcı bir tıfılın, o dilinizden düşürmediğiniz Osmanlı’nızı rüşvetle esir alabileceğini, Dahiliye Nazırı’nın onun önüne yatmaktan çekinmeyeceğini, rüşvet ve yolsuzluğun fetvalarla meşrulaştırılabileceğini düşünebilir misiniz?
Yeri gelmişken; hani 21. Yüzyılın Kayserili Davud’u olduğunu düşünen birini Başbakanlık koltuğuna oturttunuz ya…
Mesela, siz; Orhan Gazi’nin 14. Yüzyılın Kayserili Davud’unu medreseden çıkartıp devlet işlerinin başına oturtacağını düşünebilir misiniz?
Yine yeri gelmişken; siz hiç Türk tarihinde vatan toprağını savaşmadan bırakıp da atasının türbesini sırtlayıp kaçan sonra bunun büyük bir zafer olduğunu söyleyen devlet adamı gördünüz mü?
Mesela, siz; emperyalist güçler ve yerli maşaları tehdit ediyor diye Medine kahramanı Fahrettin Paşa’nın böyle bir yola başvurabileceğini düşünebilir misiniz?
Sayın Cumhurbaşkanı;
Bütün bu yapıp ettiklerinizin ardında hangi tarihten alınan ilham vardır? Söyleseniz de bilsek Allah aşkına. Belli ki, bu Türk tarihi olamaz. Zaten şahsınız ve bağlısı bulunduğunuz zihniyetin varlığıyla ilgili temel sorun kendinizi Türk tarihine ait hissetmeyişinizdir. Biliyoruz ki, ideolojik mensubiyetiniz buna engeldir. Sizin dâhil olduğunuzu düşündüğünüz şey, sömürgecilik sonrası Arap kimliği arayışından doğmuş olan İhvan’ın kurguladığı ideolojik bir tarih yorumu ve sınırları belirsiz ‘Dârü’l-İslam’ kavramıdır.
İktidarınız boyunca etkilerine açık olduğunuz liberalizmin “şirket olarak tasarlanmış devlet” anlayışını da eklemek gerek. Bunları Türk tarihinde bulabileceğinizi sanmak –en iyimser yaklaşımla- Türk tarihine yabancılığınızın bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Sayın Cumhurbaşkanı;
Bu millet –ne yazık ki- ideolojik tercihlerinizin bedelini ödemek durumunda kaldığı gibi, kendisini dünyanın merkezinde gören egonuzun bedelini de ödemek durumunda kalmaktadır. Siz her fırsatta bunun hazzını tadarken, millete acı sonuçlarına katlanmak düşmektedir. Örneğin; bir bürokratın vatanseverliğine kefil olup –hatta edep sınırlarını zorlayarak- sahiplenirken bir başkasını vatana ihanetle itham etmek sizin harcınızdır ve ancak bu çerçevede anlamlıdır.
Terör örgütünün kontrolünde, vatan toprağını bırakıp sandukayı taşıdı diye birisine meydan muharebesi kazanmış komutan muamelesi gösterdiniz. Bıraksaydınız bu kadarını Merkez Bankası bile yapardı. Oysa ondan diğerinin tırnaklarına gösterdiğiniz ilgiyi esirgediniz ve onu vatana ihanetle suçladınız.
Sayın Cumhurbaşkanı;
“Vatana ihanet” sizin kullanmayı sevdiğiniz bir itham. Peki, kendi atadığınız kadrolardan bu kadar vatan haininin nasıl çıkabildiği sorusuna da verecek bir yanıtınız var mı?
Hem bu kadar isabetsiz atamalar yapıp hem de her şeyi en iyi bildiğinizi, ülkeyi en iyi şekilde yönetebildiğinizi nasıl savunabiliyorsunuz? Eğer işbirliği içinde olduklarınızın gerçek yüzlerini anlamanız en az on yıl sürüyorsa, siz de güvende değilsiniz, ülke de sizden emin değil demektir.
Bu sorgulamaları yapanları “Ankara’dan kuru sıkı atmakla” eleştiriyorsunuz, her önünüze çıkana “delikanlılık” dersi veriyorsunuz ya, hadi siz -Kabe’yi bile bir orduyla tavaf edişinizde gördüğümüz- o dillere destan cesaretinizle cevap verin. 
Sayın Cumhurbaşkanı;
Sahip olmadığınız şeyin kıymetini bilemezsiniz. Siz hiçbir zaman ‘Tarih’ veya ‘Devlet’ bilincine sahip olmadınız.
Edindiğiniz ideolojik formasyon buna uygun değildi ve bu formasyonu koruduğunuz sürece de olamayacaksınız. Sizin gözünüzde ‘Ülke’, İslam tarihi boyunca bile sınırları belirlenememiş olan muhayyel “Darü’l İslam” olduğu için, kendinizce Müslüman gördüklerinizin ideolojik çıkarı uğruna onu kesip biçmekten çekinmeyeceksiniz.
Bu işe “çözüm süreci” demeye sadece diliniz varmayacak, gönlünüz de ona eşlik edecektir.
Siz, başkanlığınızı ‘Millet’ kavramından türetemeyeceğiniz için, ‘Başkanlık’ kavramından millet türetebileceğinizi sanıyorsunuz.
Böyle yaparsanız, “milletiniz” sadece “evde zor tuttuklarınız” olacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanı;
‘Tarih’ bilincine sahip olmayışınızla özlemini duyduğunuz “dindar ve kindar nesil” arasındaki ilişkiye dair de bir şey söylemek isterim: ‘Tarih’ bilinci olmayanda –‘Din’i tarihselliği içinde kavrayamayacaklarından- gerçek anlamda bir ‘Din Bilinci’ de olamaz.
İnsanları tarihlerine yabancılaştırıp hatta “düşman” kılarak “dindar nesil” yetiştiremezsiniz. Hz. Peygamber örneğinde gördüğümüz İslam, Cahiliyye’ye bile böyle yaklaşmamıştır.
Çevrenizde bunları sorup öğrenebileceğiniz çok insan vardır. Eğer günün birinde bu ülkede –kefen giymiş partizanlar değil de- gerçekten dindar bir nesil yetişirse; onların dilinde arzuladığınız şekilde anılmayacaksınız.
Zira onlar cihadın en üst derecesinin zalim sultan karşısında hakkı söylemek olduğunu bileceklerdir; onlar, Tanrı’nın, kullarının ellerinin dolu mu boş mu olduğuna değil, kirli mi temiz mi olduğuna baktığını bileceklerdir; onlar, haram yemenin fetvadan kılıfı olamayacağını bileceklerdir; onlar, bir devletin küfr ile değil zulm ile çökeceğini bileceklerdir; onlar, ‘Adalet’in en üst değer olduğunu ve sadece Müslümanlar için değil bütün insanlar için olduğunu bileceklerdir.
Gerçekten “dindar” olan insanda “kin” bulunmaz; biz, sizin sözünüzü sadece maksadımızı anlatmak açısından kullanalım: Eğer, o görmeyi çok arzuladığınız “dindar ve kindar nesil” gerçekten dindar olursa, minnetinin değil kininin konusu olmayı da göze almış olmalısınız.
Sayın Cumhurbaşkanı;
Günü geldiğinde hangi tarihte, nasıl anılırsınız bilemem ama Türk tarihinde utanılmayacak bir yer edinmek isterseniz, nedamet getiriniz. “Türk Tipi Başkanlık”ı savunmaya hakkınız olsun istiyorsanız, öncelikle siz “Türk Tipi” olmayı denemelisiniz.
O müthiş egonuz milletin her ferdini kefen giymiş partizanlara dönüştürebileceğinizi düşündürtmesin size.  Bakın, anlayasınız diye Osmanlıca söylüyorum:
“Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet?
 Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten”